Yirmilik dişlerim yaz başından beri beni rahat bırakmadı. Bir sağ bir sol, bazen ikisi birden ağrıdı durdu. Verdikleri mesaj açıktı: yerimiz dar! Eh ben de onları ve kendimi bu ızdıraptan kurtarayım dedim, bizim burada çekilmediğinden vurdum kendimi Kayseri'ye.
Sağ taraftaki dişlerim çekildi ve ben kanımla baş başa kaldım! Doktor yarım saat demesine rağmen gazlı bezi değiştirerek iki saat ısırdım, yine de o rahatsızlık hissi gitmedi. Ağzının içindeki özgürlük bitiyor, çok kötü. Oraya dilini değdiremezsin, şöyle ağzındaki her şeyi tüküremezsin -emiyorsun çünkü o zaman, yaran kapanmıyor-, tüküremediğinden biriken kanları sürekli yutuyorsun, kısacası zor bu iş zor.
Şanslıydım, dişlerim kolayca çekildi, şişme falan da yapmadı. Rahat geçiriyorum nekahat dönemimi. Dört gün oldu çekileli, eskisi kadar rahat olamasam da şu an gayet iyi durumda. Yiyecek konusunda hiç sıkıntı yaşamadım, ertesi gün patlamış mısır bile yedim. Ona da ayrı şaşırdım, çünkü bir arkadaşım neredeyse bir hafta sadece çorba ve meyve suyuyla beslenmişti.
8'i yani çarşamba dişim çekildi, ufak bir çürük varmış onu da 10'unda yaptılar. Kayseri'de kaldığım süre boyunca çok dışarı çıkmadım, genelde evde dayımın eşiyle vakit geçirdik. İftarımızı yaptık, bir gün de sosyete pazarına gittik.
Akşamları dayımla bisiklete bindik. Kendisi bisiklet tutkunu bir insan, bana da şikayetlerime aldırmadan uzun uzun Talas turu attırdı. Sevgili kardeşim benim eski onun şimdiki bisikletini hunharca kullandığı için güzelim bisikletim artık bir gazi, sürdükçe zincir sesleri çıkaran yaralı bir kuş. Öyle olmasa bu bisiklet işini evde de devam ettirmek isterdim aslında, hoşuma gitti baya.
Onun dışında dayım da yengem de akademisyen olduğundan, onlarla oturup akademisyenlikten bahsettik. Koskocaman bilgi denizinde boğulmadan nasıl okumalı, işe nereden başlamalı, hangi konularda çalışma yapılmalı gibi şeyleri tartıştık. Onlarla bir araya gelince hep bilimsel damarım kabarıyor. Kendimi çalışmalar yaparken, o kongreden bu kongreye koştururken görüyorum. Tabi bunun için şimdiden bir şeyler yapmak lazım. Yazın kalanı için kendime birkaç hedef belirledim. Üçe geçmiş bir tıp öğrencisi olarak, sene içinde pek faydalanmadığım Guyton Fizyoloji'mi açıp kitap gibi okumaya karar verdim. Bir de makale okumak çok önemli, yavaştan makale okumaya başlamak istiyorum. Pubmed karıştıracağım biraz. Umarım havada asılı kalmaz bu hedefler.
Yalnız öyle bir yazdım ki şu kıytırık seyahati..
Ee doğal, benim de tekdüze hayatıma heyecan katan bu ufak olay oldu.
Neyse, sızlanmaya başlamadan asıl amacıma geçiyorum. Bir gün de sinemaya gittik kuzenimle. The Dark Knight Rises.
Batman, sevgili Batman.. Sen bunca yıldır süper kahramanlar arasında en az ilgilendiğim ikinci isimdin(ilki Superman). Ama sana haksızlık etmişim. Hem de feci haksızlık etmişim. Sen ne karizmatik, ne müthiş bir kahramanmışsın öyle. Gerçi karizmatikliğinin kaynağı pek sevgili Christopher Nolan da olabilir, bilemiyorum :)
Şimdiye kadar izlediğim ilk Batman filmi bu oldu. Film görsel açıdan müthiş. Neredeyse tüm karakterler bana tanıdıktı, bu da demek oluyor ki hepsi çok ünlü kişilerdi. Çünkü ben az sayıda oyuncu biliyorum. Spoiler başlıyor.
Gelelim hikayemize.. Önceki filmleri izlemediğimden filmde anlatılan ve kuzenimden aldığım bilgiler doğrultusunda konuşuyorum. Harvey Dent'in suçlarını üstlenen Batman yakalandığı an tutuklanacaktır. Zaten aradan geçen sekiz senede ortaya çıkmamıştır. Bruce Wayne malikanesinden hiç çıkmamaktadır, sözde iyi adam Harvey Dent sayesinde yapılan yasa ile Gotham artık suçlardan arınmış bir şehirdir. Ta ki ağzında maskesiyle Bane gelene kadar. Kendisi sempatik insan Tom Hardy tarafından canlandırılmakta.
Filmin başındaki uçak sahneleri etkileyici olduğu kadar saçma da. Belki ben cahilimdir ama bir CIA uçağı başka bir uçağı fark etmeliydi diye düşünüyorum. Bir de sevgili Bane, o kadar sadık intihar komandolarını nereden buldun Allah aşkına? Ben de istiyorum o kadar sadık adamlar. Gerçi sen de sadık bir intihar komandosuymuşsun, sonradan öğrendik.
Ah Catwoman ah. Salak mısın nesin anlamadım ki. Git Bruce Wayne'in parmak izlerini hiç uğruna sat. Sonra hiç utanma, yine ihanet et bu sefer koskoca Batman'i sat. Gel daha salak salak meydan oku. İki adam dövüyorsun diye kendini bir halt sanıyorsun, pis hırsızın tekisin sen. Filmin sonlarına doğru patlattığın arabalardan örülmüş duvarı herkes patlatabilirdi. Sırf sen rol kes diye sana yaptırdılar haberin olsun. Bu arada Anna Hathaway'in duruşu kötüymüş. Yeni fark ettim. Hafif kamburumsu bir duruşu var.
Miranda, seni filmin başında sevmiştim. Fakat sen de amaçsızca kötülük yapanlardanmışsın, gözümden düştün. Meğersem şu an adını hatırlayamadığım, ama Gölgeler Birliği'nin başı olan babanın izinden gitmek istemekteymişsin. Yani amacın Gotham'ı yok etmekmiş. Yalnız bir şey diyeyim, ölümün pek kıytırıktı. Valla Yeşilçam filmlerinde bile daha iyi ölüyordu aktristlerimiz.
Joseph Gordon-Levitt'i pek severim, canlandırdığı karakteri de pek sevdim. Ben anlamamıştım ama, Ekşisözlük'ten okuduğumdan anladığım kadarıyla Robin'miş kendisi. Batman mağarasını verdi ona, mirası devraldı. Yalnız Bruce Wayne zenginliği olmadan Batman'lik işi nasıl olacak, onu merak etmedim değil.
Gordon, tam bir başkomiser adı. Sevgili Gary Oldman pek güzel oynamış Gordon'ı.
Christian Bale, çok karizmatiksin söyleyeyim. O konuşman da pek ilginç, sanki ağzında çakıl taşları varmış gibi kapalı kapalı. Oscar'ı aldığın The Fighter'ı da izleme listeme ekledim.
Son olarak, filmdeki oyuncuların yarısı Inception'da da oynuyordu. Gözlerim Leonardo'yu da aramadı değil :P
Ne kadar uzun bir yazı oldu. Zaten üç günde ancak yazdım. Bitirdiğime göre, şimdi gidip kardeşimle Batman Begins'i izleyebilirim.