27 Ağustos 2013 Salı

Death Note

Evet, nihayet son 7 bölümü de izleyerek Death Note sayfasını kapattım. Artık yazabilirim.
Death Note gayet meşhur bir anime, izlemeyeni dövüyorlar gibi bir şey. Günlerden bir gün kahramanımız Light Yagami bir deftere rastlar. İçinde kuralları da olan bu deftere birinin adı yazılıp o kişinin yüzü akılda canlandırıldığında yazılan kişi ölmektedir. Ölümün saati ve ayrıntıları yazılabilir, yazılmadığı takdirde adı yazılan kişi 40 saniye içinde kalp krizinden ölür.
Bir ölüm meleğine ait olan ve Ölüm Diyarı'ndan gelen bu defter her şeyiyle süper olan ve canı sıkılan Light Yagami için bulunmaz nimettir. Light yagami yakışıklı, derslerinde Japonya'nın birincisi, el attığı her işte başarılı olan biridir. Bu defterle suçluları öldürecek ve yarattığı mükemmel dünyanın tanrısı olacaktır. İşe koyulan Yagami'nin yanında sadece deftere dokunanların görüp duyabileceği ölüm meleği Ryuk da vardır. Tabi Ryuk için bütün bunlar eğlencedir, defterini sıkıldığı için bile bile düşürmüştür. Yaşanan her şeyi "İnsanlar çok ilginç" diyerek ve bol bol elma yiyerek izler.
Light işe koyulur ve suçluları birer birer avlamaya başlar. Tabi ki çok geçmeden ölen suçluların farkına varılır, fakat nasıl öldükleri anlaşılamaz. Bunun üzerine büyük çaplı bir soruşturma başlatılır ve soruşturmanın başına da enn en süper dedektif L getirilir. Kimse onun ne adını, ne de ismini bilmektedir; fakat FBI, CIA falan hep bu L'e bağlıdır(L'in müthişliği biraz abartı yani :P).
Sonuç olarak animemiz bir kaçma kovalama, zeka oyununa döner. Bir tarafta Light, bir tarafta L.
Güzel bir anime, fakat zorlama olduğu yerler de yok değil. Örneğin animenin bir yerinden sonra bir araya gelen L ile onun kendine Kira adını veren katil olduğunu iddia ettiği Light sürekli birbirlerinin her hareketini, nedenini sonucunu o müthiş zekalarıyla çözmeye başlıyorlar. Şimdi sen bunu yaptıysan aslında busun, bunu söylediysen aslında bunu demek istediğin tarzı şeyler güzel olsa da sürekli yapılması sıkıcı olmaya başlıyor.
Bu arada Ölüm Diyarı'ndan gelen başka bir defter de oluyor.
İşte öyle böyle derken sürükleyici bir şekilde izletiyor kendini. Tabi 28'den sonrası biraz daha kötü ama olsun, izlenesi bir anime yine de.
Anime toplam 37 bölümden oluşuyor bu arada.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Tepki

Buraya yaptığım her şeyi yazacağım demiştim ama nerdeee. Sürekli yazmaya üşenip erteliyorum, erteledikçe de biriktiğinden hiçbir şey yazamıyorum.
Hadi izlediğim filmleri falan yazıyorum az buçuk da, kitapları yazmak zor geldiğinden yazmıyorum pek.
Neyse ben de beş günlük tatilimde okuduğum kitabı anlatayım bari.
Stephen King'in daha önce Hayvan Mezarlığı kitabını okumuştum. Şimdi de bunu okudum ve beğendim. Yasadışı olan, daha doğrusu olması gereken bilimsel bir araştırma sonucu özel yetenekler -ki buna itici güç deniyor kitapta- kazanan iki genci ve onların evliliği sonucu doğan kızları anlatan bir kitap Tepki. Olaylar biraz yavaş ilerliyor ama sıkmıyor.
Kitapta tabi ki şu Amerika gizli örgütlerinden biri karşımıza çıkıyor. Kitabı okuyalı çok olduğundan adını unuttum ama FBI, CIA tarzı bir şey işte. Kaçmaca kovalamaca, genç adam karısı öldürüldükten sonra küçük kızını o dediğim hükümet kuruluşundan kaçırıyor. Özel güçleri olduğundan peşlerindeler. Adam kaçarken itici gücünü kullanmayı da ihmal etmiyor. İtici gücü insanlara istediği şeyi düşündürtmek. Tabi bunun da bir sınırı var, yaptığı itmenin büyüklüğüne göre aylarca baş ağrısı çekiyor, hatta ölebileceğini düşünüyor. Kızının gücü ise yangın çıkarmak. Esas peşinde oldukları da o zaten.
Uzun süren kaçma kovalama, zorla yakalanma, ama sonunda tekrar kaçma, bu arada bolca ölüm.
Sonuç olarak güzel kitap, bulduğum an alıp Stephen King'in diğer kitaplarını da okuyacağım.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Itazura Na Kiss

Son bir haftadır kaptırdım kendimi anime izleyip duruyorum. Nereden esti bilmiyorum ama indirip duruyorum bir taraftan da; okula gitmeden az buçuk arşivim olsun istiyorum. Yurdumun interneti iyice cıvıttı; ne bir şey indirebiliyorsun, ne de dizi film sitelerine girebiliyorsun.
Kısaca anime maceramdan bahsedeyim. Ben de 90'larda çocuk olan her genç gibi tabi ki Sailor Moon, Pokemon, Tsubasa gibi animelerle büyüdüm. Arada televizyona koydukları birkaç anime daha izlemiş olsam da bende-ve benimle yaşıt birçok kişide- en kalıcı etki bırakanlar bunlar oldu.
Üniversite hazırlıkta anime manyağı bir arkadaşımın etkisiyle ünlü animelerden Elfen Lied'i ve Death Note'un ilk 25 bölüm kadarını izlemiştim.
Neyse, bu yaz da hadi dedim Death Note'a devam edeyim sonunu merak ediyorum. Unutmuşumdur diye de baştan başladım. Amma ve lakin 28'e kadar geldim, sıkıldım. Spoiler gibi olacak ama L öldükten sonra tadı kalmadı. Yine de bitirip yazısını yazacağım buraya.
Sonra güzel bir anime blogu keşfettim, animelere bakarken Itazura Na Kiss gözüme çarptı. Gayet sıradan konusu olan bu romantik komedi anime ilgimi çekti.
Hikayemiz tembel, çalışsa da yapamayan, çok da güzel olmayan fakat fazlasıyla sevimli, sakar kızımız Kotoko Aihara'nın çok zeki, başarılı, yakışıklı, resimde de görüleceği üzere gayet soğuk ve de cool olan  erkek karakterimiz Naoku İrie tarafından reddedilmesiyle başlar. Aynı lisede biri en iyilerin, biri de en kötülerin gittiği sınıflarda olan kahramanlarımızın yolu Kotokoların evi yıkılıp babasıyla İrie'lere taşınınca tekrar kesişir. Aynı evde yaşayan bu ikili tabi ki zamanla evlenip çoluk çocuğa karışırlar ve mutlu son..
En kısa haliyle böyle ama uzun uzun anlatacak olursak..
Başlangıç olarak bu İrie kadar soğuk, kaba; Kotoko kadar da gurursuz birer karakter olamaz. Oğlan tarafından sürekli terslenen kızımız her seferinde tekrar kendini onun önüne atıyor. Aslında kadınları aşağılayıcı olması açısından rahatsız edici ama artık onu sindirip izlemeye devam ettim. İzlerken sıkılmıyorsun, çünkü 25 bölümlük anime yaklaşık 15 senelik bir zamana yayılıyor. Ayrıca yan karakterler de başarılı, sadece İrie ve Kotoko değil, onların da ne olacağını merak ediyor ve merakınızı da gideriyorsunuz.
İrie'nin annesi kadar sevimli kadın yok, zaten bu ikisi bir araya geliyorsa Kotoko'dan çok annenin sayesinde. Zincir şeklinde aşklar burada da mevcut tabi, ama en sonunda herkes kendine uygun olanı buluyor.
Genel olarak herkesin mutlu olduğu bir animeydi. Ben genelde böyle sevmem ama, bu sefer hoşuma gitti. Artık hikayeyi veriş şeklinden mi, yoksa benim o anki modumdan dolayı mı bilmem.
Böyle yumuşak animelerle başladım ki, bu işten soğumayayım. Tabi kült animeleri izlemezsem olmaz. Great Teacher Onuzika ve Naruto listemde. Ama 200'den fazla bölümü olan Naruto'yu ne indirmeye, ne de izlemeye cesaret edebiliyorum.
Death Notu'u da en kısa zamanda bitirip yazmaya çalışacağım bakalım.

6 Ağustos 2013 Salı

Please Give

Gece yarısı kardeşimin SBS sonucunun açıklanmasını beklerken oyalanmak için televizyonu açtım ve CNBC-e'de Please Give adlı filme rastladım. Filmin ilgimi çekmesinin nedeni Rebecca Hall oldu. Son zamanlarda gözüme çok çarpıyor kendisi. Özellikle bir otobüs yolculuğunda bir kısmını gördüğüm The Awakening filmini merak ediyorum.
Filmimiz bağımsız bir film sanırım. Çünkü öyle akıcı bir olaylar dizisi yok. Daha çok karakterler üzerinden dönüyor. Ölen yaşlıların vintage tarzında eşyalarını satın alıp dükkanlarında satan ve 15 yaşında bir kızları olan çiftimiz yan dairedeki huysuz ihtiyar kadının evini alırlar. Amaç 91 yaşındaki kadın öldükten sonra evlerini onun evini de katıp genişletmektir.
Huysuz yaşlımızın iki torununu da iki güzel kadın, Rebecca Hall ve Amanda Peet canlandırıyor. Rebecca Hall'in canlandırdığı Rebecca büyükannesine daha düşkündür ve her gün onu ziyaret edip ona bakmaktadır.
Çiftin kadını Kate rolündeki Catherine Keener filmde hem tip hem de oyunculuk olarak Vahide Gördüm'ün birebir aynısı. İlginç bir karakter, sürekli yolda gördüğü evsizlere paralar veriyor ve önüne gelen her şeye delicesine üzülüyor. Zihinsel engellileri görüp saatlerce ağlayabiliyor mesela.
Böyle böyle tüm karakterler işlenmiş. İşte anneyle kızın ilişkisi, kızın yaşından dolayı yaşadıkları, Rebecca'nın iş ve aşk hayatı, onun kardeşi Mary'nin Cate'in kocası Alex ile kaçamağı vb vb.
En sonunda yaşlı kadın ölüyor; öyle çok büyük olaylar olmadan, karakterler hayatlarına olduğu gibi devam ederken film bitiyor. Filmimiz bağımsız gibi evet ama bence sıkıcı bir film değil. Şimdiye kadar izlediğim tüm bağımsız filmler bana iç karartıcı gelmiştir. Bu da öyleydi ama derecesi düşüktü. Hatta yer yer komedi bile vardı diyebilirim. Ayrıca çok uzun da değildi, ya da arada reklam olduğundan bana öyle geldi.
İzlediğim iyi oldu, arada bir CNBC-e'yi takip edebilirim aslında.
Not: Kardeşim ilimizin en eski Anadolu Lisesi'ni kazandı. Bekliyorduk ama yine de öğrendik rahatladık.