2 Ekim 2013 Çarşamba

Sarı Naciye

Ankara'da okumanın en sevdiğim tarafı Devlet Tiyatroları.
Türkiye'de başka bir şehir olduğunu sanmıyorum ki tiyatro yönünden bu kadar doyurucu olsun. Hoş, İstanbul'da da özel tiyatrolar oldukça iyiymiş ama ben Devlet Tiyatroları'nı hiçbir şeye değişmem.
Bayram denk gelmesi, sonrasında da 30 Ekim'de sınavımın olması nedeniyle bu ay sadece bir oyuna gidebilecektim. Ben de hakkımı tiyatronun açıldığı gün kullanıp Sarı Naciye adlı oyuna gittim.
Konusuna pek bakmadığım bu oyunu Akün'de olduğu için tercih ettim açıkçası.
Oyuna gelirsek.. Hiç ama hiç beğenmedim.
Oyun göçle ilgili daha çok. Yayla'dan Çukurova'ya gitmek isteyen gençler, onları engellemeye çalışan kasabanın büyükleri. Özellikle başrolümüz Sarı Naciye'nin babası, gitmek isteyen oğlunu öldürmekle tehdit edecek kadar ileri gidiyor. Bu arada Sarı Naciyemiz de güçlü, aşık, ama bir taraftan da gelenek göreneklerine son derece bağlı olarak verilmeye çalışılmış. Ama bence hiç de öyle değildi. Boyuna bağırıp çağıran, gelişen her olayda kendini paralayan aptal bir karakterdi. Başına gelecekler ona söylendiği halde bildiğini okuması, fakat sonra yaptıkları yüzünden yine ona yapma diyen insanların kollarında ağlaması beni en çok iten şey oldu.
Pek bir ilerleyiş yoktu aslında oyunda. Oyuncuların bol bol rol kesmeye çalışmalarını izliyoruz. Abartılı hareketler falan. Hele bir de sürekli yapılan lirik danslar beni benden aldı. Özellikle sanırım sadece dans etmesi için oyuna giren, sürekli yırtık dondan çıkar gibi çıkıp kendini yerden yere vuran, saç savuran, dansçı kişiliğini göstermeye çalışan kız işin afedersiniz bokunu çıkardı.
Başrolde oynayan Feray Darıcı Fosforlu Cevriye'ymiş aslında. Pek anlayamamıştım. Cevriye rolünde iyiydi ama Naciye'yi yakıştıramadım kendisine.
Yani genel olarak oyunu beğenmedim. Ama gittiğime de çok memnunum. Tiyatroyu, o atmosferi nasıl özlemişim; nasıl, anlatamam. Hele bir kasım gelsin, akıyorum tiyatro ortamlarına :)
Bu arada tiyatroya tek başıma gittim. Bu tek başıma gittiğim ikinci oyun oldu. Ve ikisinden de çok keyif aldım. Oyun saatinden erken çıkıp Tunalı'yı baştan sona gezdim. Olgunlar'a uğrayıp kitap aldım, Kuğulupark'ta oturup dondurma yedim güzel güzel. Kendime vakit ayırdım, seviyorum böyle zamanları.
Tabi sürekli yapmamak lazım, insanı melankoliye sürükleyebilir.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Bridget Jones's Diary

Üşengeçliğimden buraya yazmadığım bir sürü şey var. İzlediğim bu film de öyle olacaktı, ama bazı şeyler canımı o kadar sıktı ki, üşengeçliğimin önüne geçti.
Bazı filmler vardır, çok ünlüdür. İzlemediysen bile adını sık sık duyarsın. İzlemek artık bir zorunluluk haline gelir. Bu film de onlardan işte.
Kahvaltı ederken film açayım dedim, filmlerime bakarken bunu gördüm. İzledim ama kafamdaki film ile gerçeğinin alakası yokmuş. Bir kere ben Bridget Jones'ı liseli, en kötü üniversiteden yeni mezun biri sanıyordum. 32 yaşındaymış. Günlük yazdıkça her şey iyiye gidecek, bir taraftan zayıflarken bir taraftan zararlı alışkanlıklarını ve yaptığı salaklıkları bir kenara bırakacak sanıyordum. O da olmadı.
Filmi zerre kadar beğenmedim. Her film izledikten sonra yaptığım gibi filmle ilgili yorumları okumak üzere Ekşisözlük'ü açtım ve şok oldum. Çünkü herkes pek bir beğenmiş! Her şeye bok atma timi Bridget Jones'ta niyeyse kendini göstermemiş. Herkes kendini pek bir bulmuş bu hanım kızımızda.
Rene Zellweger'i pek beğenirim. Onu Miss Potter filmiyle tanıyıp çok sevmiştim. Daha sonra Down With Love filmini izledim, o da son kısmı hariç fena değildi. Bu filmde de döktürmüş kendisi. Bridget Jones'ı gayet güzel oynamış. Sanırım benim sorunum karakterdeydi. Sürekli saçma sapan hareketler yapan, kendini bilmukabele küçük düşürüp duran biri. Aşkı arıyor ama saçma sapan yerlerde. Tam bir kazanova olan patronuna çabucak kanıp onunla ilişki yaşamaya başlıyor, bu arada kendini sürekli küçük düşürmekten de asla geri durmuyor. Bir günlük yazmaya başlıyor. Tartılıyor, kilosunu yazıyor falan. Kendisi toplu bir insan. Gerçi bana göre gayet iyiydi.  
Bu arada sigarası alkolü de eksik değil. Filmlerde karakterlere deli gibi sigara içirmelerini hiç ama hiç hoş bulmuyorum. Tamam, gerçekçilik katmaları lazım ama, bana göre sigara gibi iğrenç bir şeyin kesinlikle desteklenmemesi gerekiyor. Nedir bu sigara nefreti derseniz, bu aralar sigara hastalık etyolojisinde o kadar çok karşıma çıkıyor ki iyice nefret ettim.
Her neyse, filmin başından beri gördüğümüz Colin Firth ise meğersem Bridget'in gerçek aşkı mıymış sana? Gayet başarılı, yakışıklı, biraz soğuk (bence bu soğukluğu ona çok kool hava veriyordu) ama tam bir beyefendi. Ve ilginç bir şekilde Bridget'tan hoşlanıyor, hem de "tam olduğu haliyle". Sanırım filmde bana en gerçek dışı gelen şey bu oldu. Böyle adamlar, gerçek hayatta asla Bridget gibi kadınlara bakmaz. Ama ne yaparsın işte, romantik komedi.
Birbirlerine bir türlü kavuşamayan karakterler de saç baş yoldurucu unsurların başında geliyor. Biri birine gider tam açılacakken başkası gelir, diğeri gider onu sevdiğini söyler bu sırada ailesi başkasıyla nişanını ilan eder, artık filmin son dakikasıdır kavuşmaları an meselesidir, fakat oğlan kızın günlüğünü görür ve tekrar gider, artık son saniyelerde ben kafamı duvara vuracak seviyeye gelmişken nihayet kız baldır bacak koşarak-filmde yaptığı salaklıkların yanında bu yaptığı solda sıfırdır- esas oğlanı bulur ve nihayetinde kavuşurlar.
Film kitap uyarlamasıymış. Ve ben eminim ki kitabını okusam çok beğenirim. Kitap uyarlaması filmleri izledikçe yapmayın etmeyin diyorum, daha fazla uyarlama çekip kitapları katletmeyin. Ama nerede? Konu sıkıntısı çekildiği sürece kitaplar da sinir bozucu filmler haline getirilmeye mahkum edilecek. Bir de utanmadan film afişlerini kitap kapaklarına basmıyorlar mı, işte ben o kapakları yırtıp atmak istiyorum.
Filmde beni en çok sinir eden noktayı söylemeyi unuttum. Televizyonculuğa soyunan kızımız, avukat olan esas oğlanın bir davasında röportaj yapmak amacıyla mahkemeye gider. Sinir bozucu olan kısım bu değil ama, davanın içeriği. İngiliz bir hanımın eşi olan "Kürt özgürlük savaşçısı" sürülmek istenmekte, fakat ülkesinde idam edileceği için onun ülkede kalmasına çalışılmaktadır. Ülkesi söylenmese de gayet güzel anlaşılmaktadır. Bu ve bunun gibi ufak tefek göndermeler de beni deli etmektedir. Böyle şeyleri gördükçe yabancılara olan sinirim artıyor; onlara, film olsun dizi olsun bilim olsun onların ürünlerine bu kadar muhtaç olduğumuzu gördükçe kendimize olan sinirim kat kat daha fazla artıyor.
Bu arada filmin müzikleri güzeldi, ona laf edemem işte.
Öyle işte, filmi sinir ola ola izledim. Öte yandan, filmi izlediğime hiç mi hiç pişman değilim. Çünkü beni Colin Firth gibi bir ilahla tanıştırdı. Ben bu adamı yıllarca nasıl bilememişim? Hiç mi filmine denk gelmemişim? Kings Speech filmi bilgisayarımda var ama böyle bir adamın oynadığını bilmiyordum ki izleyeyim.
Artık filmlerini indirip izlemek şart oldu.


23 Eylül 2013 Pazartesi

Yaz Tatili

Evet, bu sene de en hızlı geçen üç ay bitti ve ben üç hafta önce okula başladım.
Genel olarak sakin aman güzel bir yaz geçirdim diyebilirim.
Bu sene yeni bir heyecan olarak aldığımız minicik bahçemizle ilgilendik bol bol. Haftanın en az üç gününü orada geçirdik, ürünlerini topladık, akşamları sessiz sakin oturduk. Hem bu sayede ailecek hiç olmadığımız kadar birlikte olduk.
Bunun dışında çerez kitaplar da olsa bol bol okudum, bol bol izledim. Ders çalışacağıma dair kendime verdiğim sözü yerine getirmedim, her yaz olduğu gibi.
Beş günlüğüne bir arkadaşımla ufak bir tatil yaptık; onun dışında deniz de görmedim, bir yere de gitmedim. Bir iki kez arkadaşlarımla buluştum(zaten yaşadığım şehirde ancak ilkokul arkadaşlarımı bulabiliyorum.).
Genel olarak sıkıldığım yazların aksine güzel bir yazdı, zaten evden ayrılmak da her zamankinden zor geldi bana.
Zaten bir geldim, kendimi yoğun bir temponun içinde buldum. İki haftada yetmiş saat ders işleyip hemen bir ara sınava girdik. Neyse ki kliniğe geçince rahatladık ama stajyer doktor olmayı pek sevmedim. Bir kere devamsızlık şansın yok, daha ne olsun.
Her neyse, geldiğimden beri pek gezmedim de. Birkaç kez Bahçeli'deki The Bigos'a gittim, haftasonu kendi kendime İkea'ya gittim, onun dışında yurt için bol bol ıvır zıvır almak için bir milyoncu dolaştım.
Bu arada birkaç da film izledim, onları bir ara yazarım umarım.

27 Ağustos 2013 Salı

Death Note

Evet, nihayet son 7 bölümü de izleyerek Death Note sayfasını kapattım. Artık yazabilirim.
Death Note gayet meşhur bir anime, izlemeyeni dövüyorlar gibi bir şey. Günlerden bir gün kahramanımız Light Yagami bir deftere rastlar. İçinde kuralları da olan bu deftere birinin adı yazılıp o kişinin yüzü akılda canlandırıldığında yazılan kişi ölmektedir. Ölümün saati ve ayrıntıları yazılabilir, yazılmadığı takdirde adı yazılan kişi 40 saniye içinde kalp krizinden ölür.
Bir ölüm meleğine ait olan ve Ölüm Diyarı'ndan gelen bu defter her şeyiyle süper olan ve canı sıkılan Light Yagami için bulunmaz nimettir. Light yagami yakışıklı, derslerinde Japonya'nın birincisi, el attığı her işte başarılı olan biridir. Bu defterle suçluları öldürecek ve yarattığı mükemmel dünyanın tanrısı olacaktır. İşe koyulan Yagami'nin yanında sadece deftere dokunanların görüp duyabileceği ölüm meleği Ryuk da vardır. Tabi Ryuk için bütün bunlar eğlencedir, defterini sıkıldığı için bile bile düşürmüştür. Yaşanan her şeyi "İnsanlar çok ilginç" diyerek ve bol bol elma yiyerek izler.
Light işe koyulur ve suçluları birer birer avlamaya başlar. Tabi ki çok geçmeden ölen suçluların farkına varılır, fakat nasıl öldükleri anlaşılamaz. Bunun üzerine büyük çaplı bir soruşturma başlatılır ve soruşturmanın başına da enn en süper dedektif L getirilir. Kimse onun ne adını, ne de ismini bilmektedir; fakat FBI, CIA falan hep bu L'e bağlıdır(L'in müthişliği biraz abartı yani :P).
Sonuç olarak animemiz bir kaçma kovalama, zeka oyununa döner. Bir tarafta Light, bir tarafta L.
Güzel bir anime, fakat zorlama olduğu yerler de yok değil. Örneğin animenin bir yerinden sonra bir araya gelen L ile onun kendine Kira adını veren katil olduğunu iddia ettiği Light sürekli birbirlerinin her hareketini, nedenini sonucunu o müthiş zekalarıyla çözmeye başlıyorlar. Şimdi sen bunu yaptıysan aslında busun, bunu söylediysen aslında bunu demek istediğin tarzı şeyler güzel olsa da sürekli yapılması sıkıcı olmaya başlıyor.
Bu arada Ölüm Diyarı'ndan gelen başka bir defter de oluyor.
İşte öyle böyle derken sürükleyici bir şekilde izletiyor kendini. Tabi 28'den sonrası biraz daha kötü ama olsun, izlenesi bir anime yine de.
Anime toplam 37 bölümden oluşuyor bu arada.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Tepki

Buraya yaptığım her şeyi yazacağım demiştim ama nerdeee. Sürekli yazmaya üşenip erteliyorum, erteledikçe de biriktiğinden hiçbir şey yazamıyorum.
Hadi izlediğim filmleri falan yazıyorum az buçuk da, kitapları yazmak zor geldiğinden yazmıyorum pek.
Neyse ben de beş günlük tatilimde okuduğum kitabı anlatayım bari.
Stephen King'in daha önce Hayvan Mezarlığı kitabını okumuştum. Şimdi de bunu okudum ve beğendim. Yasadışı olan, daha doğrusu olması gereken bilimsel bir araştırma sonucu özel yetenekler -ki buna itici güç deniyor kitapta- kazanan iki genci ve onların evliliği sonucu doğan kızları anlatan bir kitap Tepki. Olaylar biraz yavaş ilerliyor ama sıkmıyor.
Kitapta tabi ki şu Amerika gizli örgütlerinden biri karşımıza çıkıyor. Kitabı okuyalı çok olduğundan adını unuttum ama FBI, CIA tarzı bir şey işte. Kaçmaca kovalamaca, genç adam karısı öldürüldükten sonra küçük kızını o dediğim hükümet kuruluşundan kaçırıyor. Özel güçleri olduğundan peşlerindeler. Adam kaçarken itici gücünü kullanmayı da ihmal etmiyor. İtici gücü insanlara istediği şeyi düşündürtmek. Tabi bunun da bir sınırı var, yaptığı itmenin büyüklüğüne göre aylarca baş ağrısı çekiyor, hatta ölebileceğini düşünüyor. Kızının gücü ise yangın çıkarmak. Esas peşinde oldukları da o zaten.
Uzun süren kaçma kovalama, zorla yakalanma, ama sonunda tekrar kaçma, bu arada bolca ölüm.
Sonuç olarak güzel kitap, bulduğum an alıp Stephen King'in diğer kitaplarını da okuyacağım.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Itazura Na Kiss

Son bir haftadır kaptırdım kendimi anime izleyip duruyorum. Nereden esti bilmiyorum ama indirip duruyorum bir taraftan da; okula gitmeden az buçuk arşivim olsun istiyorum. Yurdumun interneti iyice cıvıttı; ne bir şey indirebiliyorsun, ne de dizi film sitelerine girebiliyorsun.
Kısaca anime maceramdan bahsedeyim. Ben de 90'larda çocuk olan her genç gibi tabi ki Sailor Moon, Pokemon, Tsubasa gibi animelerle büyüdüm. Arada televizyona koydukları birkaç anime daha izlemiş olsam da bende-ve benimle yaşıt birçok kişide- en kalıcı etki bırakanlar bunlar oldu.
Üniversite hazırlıkta anime manyağı bir arkadaşımın etkisiyle ünlü animelerden Elfen Lied'i ve Death Note'un ilk 25 bölüm kadarını izlemiştim.
Neyse, bu yaz da hadi dedim Death Note'a devam edeyim sonunu merak ediyorum. Unutmuşumdur diye de baştan başladım. Amma ve lakin 28'e kadar geldim, sıkıldım. Spoiler gibi olacak ama L öldükten sonra tadı kalmadı. Yine de bitirip yazısını yazacağım buraya.
Sonra güzel bir anime blogu keşfettim, animelere bakarken Itazura Na Kiss gözüme çarptı. Gayet sıradan konusu olan bu romantik komedi anime ilgimi çekti.
Hikayemiz tembel, çalışsa da yapamayan, çok da güzel olmayan fakat fazlasıyla sevimli, sakar kızımız Kotoko Aihara'nın çok zeki, başarılı, yakışıklı, resimde de görüleceği üzere gayet soğuk ve de cool olan  erkek karakterimiz Naoku İrie tarafından reddedilmesiyle başlar. Aynı lisede biri en iyilerin, biri de en kötülerin gittiği sınıflarda olan kahramanlarımızın yolu Kotokoların evi yıkılıp babasıyla İrie'lere taşınınca tekrar kesişir. Aynı evde yaşayan bu ikili tabi ki zamanla evlenip çoluk çocuğa karışırlar ve mutlu son..
En kısa haliyle böyle ama uzun uzun anlatacak olursak..
Başlangıç olarak bu İrie kadar soğuk, kaba; Kotoko kadar da gurursuz birer karakter olamaz. Oğlan tarafından sürekli terslenen kızımız her seferinde tekrar kendini onun önüne atıyor. Aslında kadınları aşağılayıcı olması açısından rahatsız edici ama artık onu sindirip izlemeye devam ettim. İzlerken sıkılmıyorsun, çünkü 25 bölümlük anime yaklaşık 15 senelik bir zamana yayılıyor. Ayrıca yan karakterler de başarılı, sadece İrie ve Kotoko değil, onların da ne olacağını merak ediyor ve merakınızı da gideriyorsunuz.
İrie'nin annesi kadar sevimli kadın yok, zaten bu ikisi bir araya geliyorsa Kotoko'dan çok annenin sayesinde. Zincir şeklinde aşklar burada da mevcut tabi, ama en sonunda herkes kendine uygun olanı buluyor.
Genel olarak herkesin mutlu olduğu bir animeydi. Ben genelde böyle sevmem ama, bu sefer hoşuma gitti. Artık hikayeyi veriş şeklinden mi, yoksa benim o anki modumdan dolayı mı bilmem.
Böyle yumuşak animelerle başladım ki, bu işten soğumayayım. Tabi kült animeleri izlemezsem olmaz. Great Teacher Onuzika ve Naruto listemde. Ama 200'den fazla bölümü olan Naruto'yu ne indirmeye, ne de izlemeye cesaret edebiliyorum.
Death Notu'u da en kısa zamanda bitirip yazmaya çalışacağım bakalım.

6 Ağustos 2013 Salı

Please Give

Gece yarısı kardeşimin SBS sonucunun açıklanmasını beklerken oyalanmak için televizyonu açtım ve CNBC-e'de Please Give adlı filme rastladım. Filmin ilgimi çekmesinin nedeni Rebecca Hall oldu. Son zamanlarda gözüme çok çarpıyor kendisi. Özellikle bir otobüs yolculuğunda bir kısmını gördüğüm The Awakening filmini merak ediyorum.
Filmimiz bağımsız bir film sanırım. Çünkü öyle akıcı bir olaylar dizisi yok. Daha çok karakterler üzerinden dönüyor. Ölen yaşlıların vintage tarzında eşyalarını satın alıp dükkanlarında satan ve 15 yaşında bir kızları olan çiftimiz yan dairedeki huysuz ihtiyar kadının evini alırlar. Amaç 91 yaşındaki kadın öldükten sonra evlerini onun evini de katıp genişletmektir.
Huysuz yaşlımızın iki torununu da iki güzel kadın, Rebecca Hall ve Amanda Peet canlandırıyor. Rebecca Hall'in canlandırdığı Rebecca büyükannesine daha düşkündür ve her gün onu ziyaret edip ona bakmaktadır.
Çiftin kadını Kate rolündeki Catherine Keener filmde hem tip hem de oyunculuk olarak Vahide Gördüm'ün birebir aynısı. İlginç bir karakter, sürekli yolda gördüğü evsizlere paralar veriyor ve önüne gelen her şeye delicesine üzülüyor. Zihinsel engellileri görüp saatlerce ağlayabiliyor mesela.
Böyle böyle tüm karakterler işlenmiş. İşte anneyle kızın ilişkisi, kızın yaşından dolayı yaşadıkları, Rebecca'nın iş ve aşk hayatı, onun kardeşi Mary'nin Cate'in kocası Alex ile kaçamağı vb vb.
En sonunda yaşlı kadın ölüyor; öyle çok büyük olaylar olmadan, karakterler hayatlarına olduğu gibi devam ederken film bitiyor. Filmimiz bağımsız gibi evet ama bence sıkıcı bir film değil. Şimdiye kadar izlediğim tüm bağımsız filmler bana iç karartıcı gelmiştir. Bu da öyleydi ama derecesi düşüktü. Hatta yer yer komedi bile vardı diyebilirim. Ayrıca çok uzun da değildi, ya da arada reklam olduğundan bana öyle geldi.
İzlediğim iyi oldu, arada bir CNBC-e'yi takip edebilirim aslında.
Not: Kardeşim ilimizin en eski Anadolu Lisesi'ni kazandı. Bekliyorduk ama yine de öğrendik rahatladık.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Geldim Been.. ve de Premium Rush

Oh be!
Vallahi oh be!
Hem de ne oh!
Sınıfımı geçtim. Çok şükür ki geçtim. Ağlamalar, dersin başında boyun tutulmaları, içilen litrelerce kahve, stresten deli gibi dökülen saçlar derken bu işten -kısmen- alnımın akıyla çıkarak üçüncü sınıfı tamamladım. Kısmen diyorum çünkü neredeyse kalarak geçtim, sınırdan. Yaşadığım kalp çarpıntılarının haddi hesabı yok.
Şimdi evdeyim, geleli 3 gün oldu.
Madalyonun bir yüzü bu..
Diğer yandan..
Sıkıcı bir tatil beni bekliyor. Neyse, bunu pek düşünmemeye çalışıyorum.
***
Otobüste gelirken başrolünde Joseph Gordon Levitt'in oynadığı Premium Rush isimli filmi izledim.
Konusu sokaklarda gezen bisikletli kuryelerle ilgili. Film bol bol aksiyon içeriyor, bunun dışında pek de bir olayı yok. İşte önemli bir paketin arkasından kaçmaca kovalamaca. Esas oğlanımız Joseph'cim bol bol bisiklet sürerken görülebilir. Kendisi çok sempatik. Kötü adamımız Michael Shannon ise rolünü iyi yapmış olacak ki ona kızarken empati de kuruyorsun.
Başta sevmemiş olsam da yolculukta sıkılmamamı sağladı. Aksiyon ve bisiklet sevenler için hoş ama boş bir film diyebilirim.
Yaz boyu ne seyredersem yazmaya gayret edeceğim, bakalım:

22 Nisan 2013 Pazartesi

Okulun İlk Haftası-Son Haftaları

İki haftalık yarıyıl tatilinden sonra okulum 4 Şubat'ta açıldı. İki haftalık tatilden elbette bir şey anlamadım. Hele ikinci haftayı okul başlıyor diye kendime zehir ettim. Tatilim birçok arkadaşımdan farklı olduğundan doğru düzgün kimseyle de görüşmedim. Sadece bir gün ilkokul arkadaşlarımla buluştum, bir gün de yine ilkokuldan 15 yıllık yakın bir arkadaşımla görüştüm. Her zaman tatile denk gelen doğum günüm yine pek sönük geçti, evde kös kös oturdum. Ailemle bir yemek yedik, o kadar.
Ankara'ya döndükten sonra da bir hafta Bff'in evinde kaldım. Annesiyle kardeşi şehir dışına çıkmıştı, evde ikimiz vardık. Güzel bir bir haftaydı.
                                                                            ***
Şeklinde taslaklara kaydetmişim taa kaç ay önce. Bu dönem hiçbir şey yazmadım. Sürekli aylaklık yapmak dışında pek yazacak bir şey de yapmadım zaten. Sıkıcıydım.
İşler yine kötüye gidiyor. Notlarım bu sene de çok kötü. Her şeyi yine finale bıraktım, üstelik bu sene çok daha zor bir final beni bekliyor. Aynı hatayı üst üste iki sene nasıl yapabildim ben? Ne halt edeceğimi şaşırmış durumdayım. Finale mi çalışsam, 4. modüle mi? Çalışsam ne kadar etkili olacak diye içim içimi yiyor. Çünkü bu sene de kanıtladı ki, 1996'dan beri sürdürdüğüm eğitim hayatımda daha hala çalışmayı öğrenememişim. Öğrenememişim, ya da daha kötüsü kalın kafalıyım; almıyor kafam. En son sınava güzelce çalışmıştım, 53 aldım yine. Anlamıyorum, anlayamıyorum.
Şu an modülün 3. haftasına başladık. Önümde modülde geçecek 6 hafta ve yaklaşık 20 günlük final arası var. 26 Haziran'da finale giriyoruz ve bitiyor(umuyorum ki). Bu süre zarfında varımı yoğumu ortaya koyup ders çalışmak zorundayım; bu arada proje, aile izleme, apy, mesleksel gibi fazladan şeylerden de alnımın akıyla çıkmalıyım.
Önümüzdeki 2 ay iradem büyük bir sınava giriyor. Ömrümüm TUS'tan sonra en zor olacak sınavından alnımın akıyla çıkmam lazım.
O yüzden temmuza kadar muhtemelen yine yazmam.
Temmuzda görüşmek üzere. Allah'ım ne olur büte falan kalmayayım, ne olur..

26 Ocak 2013 Cumartesi

Grey's Anatomy

Kendimle ilgili garip şeylerden gurur duyduğum oluyor. Bunlardan biri Doktorlar'ın tek bir bölümünü bile izlememiş olmamdır. Tabi ki hiçbir Türk dizisinden kaçılmaz, hiç izlemesen de en azından bir fikrin olur. Onu saymazsak bu dizi hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu da bana bir kazanç olarak döndü. Doktorlar'ın orijinali, senaryosu bile neredeyse aynı olan Grey's Anatomy'e başladım ve sıkılmadan seyredebiliyorum. Bu yazıyı bitirdikten sonra 4. sezon 1. bölümü izleyeceğim.
Şimdiye dek izlediklerim kadarıyla kendi çapımda analizini yapacağım.
Bu bir hastane dizisi. Diziye adını veren kızımız Meredith Grey cerrahi asistanı olarak gelir ve olaylar başlar.
Öncelikle şunu söylemeliyim, bu dizininki kadar kötü bir jenerik yok. O nasıl şeydir öyle, intern soyunma odasında en seksisinden topuklu ayakkabılar, hastane sedyesinin üzerinde birbirine sarılmış bedenler, serumdan akan sıvının margarita bardağına akan içkiye dönüşmesi. Olmamış bu, hiç olmamış hem de.
Ben genelde başrolleri severim, fakat bu dudakları estetikle ördek gagası haline getirilmiş, bencil Grey'i hiç mi hiç sevmedim. Bu kızımız hep mi dört ayak üzerine düşer, hata yapsa da hiç mi özür dilemez, kimseyi umursamadığı halde herkes üzerine titrer. En karizmatik, en yakışıklı, en hünerli doktorumuz da tabi ki bu kızımıza aşıktır. Şu dizilerde başrole yapılan gereksiz kıyaklar beni deli ediyor.
Derek Shepherd(soyadını doğru mu yazdım bilemedim) Grey'e aşık olması ve ilk ayrılıktan sonra istemeye istemeye karısına geri dönmesi dışında sevdiğim bir karakter. Bir kere bu roldeki amcayı(amca da pek olmadı ama neyse :P) Magic İn Manhattan'da görüp çok sevdiğimden kıyamıyorum Shepherd sana. Ama dediğim gibi, karına dönmeyecektin. Onu sevmediğimden değil, çok seviyorum ama ona dönerek hayatı başta kendin olmak üzere herkese zehir ettin. Sana döndüm ya daha ne istiyorsun tavrına girdin ki çok itici bir şey bu. İlerleyen sezonlarda da insanlara yamuk yapacaksın gibime geliyor ama hadi bakalım.
Addison, bu dizide en sevdiğim karakter neredeyse. Mükemmel bir doktor ama hastalarıyla robot gibi iletişim kurmuyor. Onlarla ne vıcık vıcık bir ilişkisi var, ne de House gibi. Çok güzel, zeki, eğlenceli.
Gelelim Mark Sloan'a. Valla karakteri nasılsa nasıl ama bu adam yakışıklı ötesi yakışıklı. Bunun dışında söyleyecek bir şeyim yok.
Preston Burke'i başta seviyordum ama sonradan ona olan ilgim azaldı. Diziden gitse umurumda olmaz yani, o derece silikleşti.
Bu arada herhalde konu sıkıntısı çekiyorlar ki sürekli kazalar, felaketler oluyor. Hiç kendiliğinden gelen hastamız yok.
                                                                     ***
Diye taslaklara kaydetmişim iki ay önce. 7. sezonuna başladığım şu aralarda karakterlerle ilgili duygularım da değişti elbette. Zaten karakterlerin çok az bir kısmını yazmışım. Söyleyebileceğim şey; beni son zamanlarında ne kadar sıksa da izlemeye devam ediyorum bu diziyi. Öncelikle bir tıp öğrencisi olarak hastane dizilerini seviyorum. Konuştukları şeyleri derslerde görmüş olunca ilgim artıyor diziye. Sonraa karakterlerini de genel olarak seviyorum. İnsanlar güzel yakışıklı. Bana çok güzel şarkılar öğreten, mükemmel soundtrackları da var. E daha ne olsun?
Bu arada, 4. sezondan itibaren iğrenç jeneriklerini yayınlamayı bıraktıkları için daha da bir seviyorum diziyi.
Şu an 9. sezonu yayınlanmakta olan diziye bir haftanın sonunda yetişeceğimi düşünüyorum. Sonra da dizi sayfasını kapatıp kendimi biraz kitaplara vereceğim. İlişkimize ara verdim kitaplarla, bu da hiç iyi olmadı. İlginç bir şey bu; fakat kitabı okudukça okuyasın, okumadıkça da okumayasın geliyor. Bir pozitif feedback mekanizması. Ki pozitif feedback, her ne kadar adında pozitif geçse de iyi bir şey değildir. O yüzden okula giderken elimden geldiğinde çok kitap götüreceğim evden. Bir de bütçemi zorlayıp kitap almaya yöneleceğim.
Bakalım..