3 Haziran 2015 Çarşamba

Lovely Complex

Anime izlemek benim için bir zevk haline gelmeye başladı. Ama uzun soluklu değil, böyle mini dizi gibi olanları hoşuma gidiyor. Lovely Complex de 24 bölüm olmasıyla gözüme çok ideal göründü ve üç günde izledim.
Buradan sonrası spoiler tabi ki.
Evet, resimden de görülebileceği gibi uzun kız ve kısa oğlanın bir araya gelme hikayesini izliyoruz. Önce birbirlerine sinir olan bu karakterler zamanla hoşlaşıp sevgili oluyorlar.
İlk birkaç bölüm güzel. Zıtlaşmaktan arkadaşlığa geçiş, ortak noktaları fark ediş, beraber olaylara atılış falan. Sonra benim hoşlanmadığım şeyler başlıyor yine. Kız oğlandan hoşlanmaya başlıyor ve bool miktarda onun oğlanın peşinden koşup kendini küçük düşürmesini izliyoruz. İlk bölümlerde kızdan ufak elektrikler aldığını gördüğümüz oğlansa bir anda kararsızlıklar denizinde boğulmaya başlıyor. Sanırım Japonlar böylesinden hoşlanıyor, ben de artık kabullendim bu durumu ne yapayım. Aynısı Itazura Na Kiss'te de vardı.
Animenin beğenmediğim bir diğer yönüyse çizimlerinin kötü olması. Normalde animelerde sütun gibi bacaklar, bolca uğraşılmış yüzler görürüz. Bunda malesef onlar yok. Oran orantı falan zaten hak getire. Ama yine de kendini izletiyor çünkü eğlenceli.
İzlerken bol bol gülüyoruz, bunu kabul ediyorum. Ben animelerde komik suratlar, bol ünlemli tepkiler, komik yürüyüşlerden hoşlanıyorum. Bunda da bol miktarda var onlardan. 
Daha anime olaylarına çok alışamadım, bir sürü tipi falan var. Ama birkaç tane daha izledikten sonra yavaştan kendime güzel seçimler yapmaya başlayacağımı düşünüyorum. O kadar çoklar ki, aralarından çok dikkatli seçim yapmalısın. Yoksa kaybolursun!

2 Ekim 2013 Çarşamba

Sarı Naciye

Ankara'da okumanın en sevdiğim tarafı Devlet Tiyatroları.
Türkiye'de başka bir şehir olduğunu sanmıyorum ki tiyatro yönünden bu kadar doyurucu olsun. Hoş, İstanbul'da da özel tiyatrolar oldukça iyiymiş ama ben Devlet Tiyatroları'nı hiçbir şeye değişmem.
Bayram denk gelmesi, sonrasında da 30 Ekim'de sınavımın olması nedeniyle bu ay sadece bir oyuna gidebilecektim. Ben de hakkımı tiyatronun açıldığı gün kullanıp Sarı Naciye adlı oyuna gittim.
Konusuna pek bakmadığım bu oyunu Akün'de olduğu için tercih ettim açıkçası.
Oyuna gelirsek.. Hiç ama hiç beğenmedim.
Oyun göçle ilgili daha çok. Yayla'dan Çukurova'ya gitmek isteyen gençler, onları engellemeye çalışan kasabanın büyükleri. Özellikle başrolümüz Sarı Naciye'nin babası, gitmek isteyen oğlunu öldürmekle tehdit edecek kadar ileri gidiyor. Bu arada Sarı Naciyemiz de güçlü, aşık, ama bir taraftan da gelenek göreneklerine son derece bağlı olarak verilmeye çalışılmış. Ama bence hiç de öyle değildi. Boyuna bağırıp çağıran, gelişen her olayda kendini paralayan aptal bir karakterdi. Başına gelecekler ona söylendiği halde bildiğini okuması, fakat sonra yaptıkları yüzünden yine ona yapma diyen insanların kollarında ağlaması beni en çok iten şey oldu.
Pek bir ilerleyiş yoktu aslında oyunda. Oyuncuların bol bol rol kesmeye çalışmalarını izliyoruz. Abartılı hareketler falan. Hele bir de sürekli yapılan lirik danslar beni benden aldı. Özellikle sanırım sadece dans etmesi için oyuna giren, sürekli yırtık dondan çıkar gibi çıkıp kendini yerden yere vuran, saç savuran, dansçı kişiliğini göstermeye çalışan kız işin afedersiniz bokunu çıkardı.
Başrolde oynayan Feray Darıcı Fosforlu Cevriye'ymiş aslında. Pek anlayamamıştım. Cevriye rolünde iyiydi ama Naciye'yi yakıştıramadım kendisine.
Yani genel olarak oyunu beğenmedim. Ama gittiğime de çok memnunum. Tiyatroyu, o atmosferi nasıl özlemişim; nasıl, anlatamam. Hele bir kasım gelsin, akıyorum tiyatro ortamlarına :)
Bu arada tiyatroya tek başıma gittim. Bu tek başıma gittiğim ikinci oyun oldu. Ve ikisinden de çok keyif aldım. Oyun saatinden erken çıkıp Tunalı'yı baştan sona gezdim. Olgunlar'a uğrayıp kitap aldım, Kuğulupark'ta oturup dondurma yedim güzel güzel. Kendime vakit ayırdım, seviyorum böyle zamanları.
Tabi sürekli yapmamak lazım, insanı melankoliye sürükleyebilir.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Bridget Jones's Diary

Üşengeçliğimden buraya yazmadığım bir sürü şey var. İzlediğim bu film de öyle olacaktı, ama bazı şeyler canımı o kadar sıktı ki, üşengeçliğimin önüne geçti.
Bazı filmler vardır, çok ünlüdür. İzlemediysen bile adını sık sık duyarsın. İzlemek artık bir zorunluluk haline gelir. Bu film de onlardan işte.
Kahvaltı ederken film açayım dedim, filmlerime bakarken bunu gördüm. İzledim ama kafamdaki film ile gerçeğinin alakası yokmuş. Bir kere ben Bridget Jones'ı liseli, en kötü üniversiteden yeni mezun biri sanıyordum. 32 yaşındaymış. Günlük yazdıkça her şey iyiye gidecek, bir taraftan zayıflarken bir taraftan zararlı alışkanlıklarını ve yaptığı salaklıkları bir kenara bırakacak sanıyordum. O da olmadı.
Filmi zerre kadar beğenmedim. Her film izledikten sonra yaptığım gibi filmle ilgili yorumları okumak üzere Ekşisözlük'ü açtım ve şok oldum. Çünkü herkes pek bir beğenmiş! Her şeye bok atma timi Bridget Jones'ta niyeyse kendini göstermemiş. Herkes kendini pek bir bulmuş bu hanım kızımızda.
Rene Zellweger'i pek beğenirim. Onu Miss Potter filmiyle tanıyıp çok sevmiştim. Daha sonra Down With Love filmini izledim, o da son kısmı hariç fena değildi. Bu filmde de döktürmüş kendisi. Bridget Jones'ı gayet güzel oynamış. Sanırım benim sorunum karakterdeydi. Sürekli saçma sapan hareketler yapan, kendini bilmukabele küçük düşürüp duran biri. Aşkı arıyor ama saçma sapan yerlerde. Tam bir kazanova olan patronuna çabucak kanıp onunla ilişki yaşamaya başlıyor, bu arada kendini sürekli küçük düşürmekten de asla geri durmuyor. Bir günlük yazmaya başlıyor. Tartılıyor, kilosunu yazıyor falan. Kendisi toplu bir insan. Gerçi bana göre gayet iyiydi.  
Bu arada sigarası alkolü de eksik değil. Filmlerde karakterlere deli gibi sigara içirmelerini hiç ama hiç hoş bulmuyorum. Tamam, gerçekçilik katmaları lazım ama, bana göre sigara gibi iğrenç bir şeyin kesinlikle desteklenmemesi gerekiyor. Nedir bu sigara nefreti derseniz, bu aralar sigara hastalık etyolojisinde o kadar çok karşıma çıkıyor ki iyice nefret ettim.
Her neyse, filmin başından beri gördüğümüz Colin Firth ise meğersem Bridget'in gerçek aşkı mıymış sana? Gayet başarılı, yakışıklı, biraz soğuk (bence bu soğukluğu ona çok kool hava veriyordu) ama tam bir beyefendi. Ve ilginç bir şekilde Bridget'tan hoşlanıyor, hem de "tam olduğu haliyle". Sanırım filmde bana en gerçek dışı gelen şey bu oldu. Böyle adamlar, gerçek hayatta asla Bridget gibi kadınlara bakmaz. Ama ne yaparsın işte, romantik komedi.
Birbirlerine bir türlü kavuşamayan karakterler de saç baş yoldurucu unsurların başında geliyor. Biri birine gider tam açılacakken başkası gelir, diğeri gider onu sevdiğini söyler bu sırada ailesi başkasıyla nişanını ilan eder, artık filmin son dakikasıdır kavuşmaları an meselesidir, fakat oğlan kızın günlüğünü görür ve tekrar gider, artık son saniyelerde ben kafamı duvara vuracak seviyeye gelmişken nihayet kız baldır bacak koşarak-filmde yaptığı salaklıkların yanında bu yaptığı solda sıfırdır- esas oğlanı bulur ve nihayetinde kavuşurlar.
Film kitap uyarlamasıymış. Ve ben eminim ki kitabını okusam çok beğenirim. Kitap uyarlaması filmleri izledikçe yapmayın etmeyin diyorum, daha fazla uyarlama çekip kitapları katletmeyin. Ama nerede? Konu sıkıntısı çekildiği sürece kitaplar da sinir bozucu filmler haline getirilmeye mahkum edilecek. Bir de utanmadan film afişlerini kitap kapaklarına basmıyorlar mı, işte ben o kapakları yırtıp atmak istiyorum.
Filmde beni en çok sinir eden noktayı söylemeyi unuttum. Televizyonculuğa soyunan kızımız, avukat olan esas oğlanın bir davasında röportaj yapmak amacıyla mahkemeye gider. Sinir bozucu olan kısım bu değil ama, davanın içeriği. İngiliz bir hanımın eşi olan "Kürt özgürlük savaşçısı" sürülmek istenmekte, fakat ülkesinde idam edileceği için onun ülkede kalmasına çalışılmaktadır. Ülkesi söylenmese de gayet güzel anlaşılmaktadır. Bu ve bunun gibi ufak tefek göndermeler de beni deli etmektedir. Böyle şeyleri gördükçe yabancılara olan sinirim artıyor; onlara, film olsun dizi olsun bilim olsun onların ürünlerine bu kadar muhtaç olduğumuzu gördükçe kendimize olan sinirim kat kat daha fazla artıyor.
Bu arada filmin müzikleri güzeldi, ona laf edemem işte.
Öyle işte, filmi sinir ola ola izledim. Öte yandan, filmi izlediğime hiç mi hiç pişman değilim. Çünkü beni Colin Firth gibi bir ilahla tanıştırdı. Ben bu adamı yıllarca nasıl bilememişim? Hiç mi filmine denk gelmemişim? Kings Speech filmi bilgisayarımda var ama böyle bir adamın oynadığını bilmiyordum ki izleyeyim.
Artık filmlerini indirip izlemek şart oldu.


23 Eylül 2013 Pazartesi

Yaz Tatili

Evet, bu sene de en hızlı geçen üç ay bitti ve ben üç hafta önce okula başladım.
Genel olarak sakin aman güzel bir yaz geçirdim diyebilirim.
Bu sene yeni bir heyecan olarak aldığımız minicik bahçemizle ilgilendik bol bol. Haftanın en az üç gününü orada geçirdik, ürünlerini topladık, akşamları sessiz sakin oturduk. Hem bu sayede ailecek hiç olmadığımız kadar birlikte olduk.
Bunun dışında çerez kitaplar da olsa bol bol okudum, bol bol izledim. Ders çalışacağıma dair kendime verdiğim sözü yerine getirmedim, her yaz olduğu gibi.
Beş günlüğüne bir arkadaşımla ufak bir tatil yaptık; onun dışında deniz de görmedim, bir yere de gitmedim. Bir iki kez arkadaşlarımla buluştum(zaten yaşadığım şehirde ancak ilkokul arkadaşlarımı bulabiliyorum.).
Genel olarak sıkıldığım yazların aksine güzel bir yazdı, zaten evden ayrılmak da her zamankinden zor geldi bana.
Zaten bir geldim, kendimi yoğun bir temponun içinde buldum. İki haftada yetmiş saat ders işleyip hemen bir ara sınava girdik. Neyse ki kliniğe geçince rahatladık ama stajyer doktor olmayı pek sevmedim. Bir kere devamsızlık şansın yok, daha ne olsun.
Her neyse, geldiğimden beri pek gezmedim de. Birkaç kez Bahçeli'deki The Bigos'a gittim, haftasonu kendi kendime İkea'ya gittim, onun dışında yurt için bol bol ıvır zıvır almak için bir milyoncu dolaştım.
Bu arada birkaç da film izledim, onları bir ara yazarım umarım.

27 Ağustos 2013 Salı

Death Note

Evet, nihayet son 7 bölümü de izleyerek Death Note sayfasını kapattım. Artık yazabilirim.
Death Note gayet meşhur bir anime, izlemeyeni dövüyorlar gibi bir şey. Günlerden bir gün kahramanımız Light Yagami bir deftere rastlar. İçinde kuralları da olan bu deftere birinin adı yazılıp o kişinin yüzü akılda canlandırıldığında yazılan kişi ölmektedir. Ölümün saati ve ayrıntıları yazılabilir, yazılmadığı takdirde adı yazılan kişi 40 saniye içinde kalp krizinden ölür.
Bir ölüm meleğine ait olan ve Ölüm Diyarı'ndan gelen bu defter her şeyiyle süper olan ve canı sıkılan Light Yagami için bulunmaz nimettir. Light yagami yakışıklı, derslerinde Japonya'nın birincisi, el attığı her işte başarılı olan biridir. Bu defterle suçluları öldürecek ve yarattığı mükemmel dünyanın tanrısı olacaktır. İşe koyulan Yagami'nin yanında sadece deftere dokunanların görüp duyabileceği ölüm meleği Ryuk da vardır. Tabi Ryuk için bütün bunlar eğlencedir, defterini sıkıldığı için bile bile düşürmüştür. Yaşanan her şeyi "İnsanlar çok ilginç" diyerek ve bol bol elma yiyerek izler.
Light işe koyulur ve suçluları birer birer avlamaya başlar. Tabi ki çok geçmeden ölen suçluların farkına varılır, fakat nasıl öldükleri anlaşılamaz. Bunun üzerine büyük çaplı bir soruşturma başlatılır ve soruşturmanın başına da enn en süper dedektif L getirilir. Kimse onun ne adını, ne de ismini bilmektedir; fakat FBI, CIA falan hep bu L'e bağlıdır(L'in müthişliği biraz abartı yani :P).
Sonuç olarak animemiz bir kaçma kovalama, zeka oyununa döner. Bir tarafta Light, bir tarafta L.
Güzel bir anime, fakat zorlama olduğu yerler de yok değil. Örneğin animenin bir yerinden sonra bir araya gelen L ile onun kendine Kira adını veren katil olduğunu iddia ettiği Light sürekli birbirlerinin her hareketini, nedenini sonucunu o müthiş zekalarıyla çözmeye başlıyorlar. Şimdi sen bunu yaptıysan aslında busun, bunu söylediysen aslında bunu demek istediğin tarzı şeyler güzel olsa da sürekli yapılması sıkıcı olmaya başlıyor.
Bu arada Ölüm Diyarı'ndan gelen başka bir defter de oluyor.
İşte öyle böyle derken sürükleyici bir şekilde izletiyor kendini. Tabi 28'den sonrası biraz daha kötü ama olsun, izlenesi bir anime yine de.
Anime toplam 37 bölümden oluşuyor bu arada.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Tepki

Buraya yaptığım her şeyi yazacağım demiştim ama nerdeee. Sürekli yazmaya üşenip erteliyorum, erteledikçe de biriktiğinden hiçbir şey yazamıyorum.
Hadi izlediğim filmleri falan yazıyorum az buçuk da, kitapları yazmak zor geldiğinden yazmıyorum pek.
Neyse ben de beş günlük tatilimde okuduğum kitabı anlatayım bari.
Stephen King'in daha önce Hayvan Mezarlığı kitabını okumuştum. Şimdi de bunu okudum ve beğendim. Yasadışı olan, daha doğrusu olması gereken bilimsel bir araştırma sonucu özel yetenekler -ki buna itici güç deniyor kitapta- kazanan iki genci ve onların evliliği sonucu doğan kızları anlatan bir kitap Tepki. Olaylar biraz yavaş ilerliyor ama sıkmıyor.
Kitapta tabi ki şu Amerika gizli örgütlerinden biri karşımıza çıkıyor. Kitabı okuyalı çok olduğundan adını unuttum ama FBI, CIA tarzı bir şey işte. Kaçmaca kovalamaca, genç adam karısı öldürüldükten sonra küçük kızını o dediğim hükümet kuruluşundan kaçırıyor. Özel güçleri olduğundan peşlerindeler. Adam kaçarken itici gücünü kullanmayı da ihmal etmiyor. İtici gücü insanlara istediği şeyi düşündürtmek. Tabi bunun da bir sınırı var, yaptığı itmenin büyüklüğüne göre aylarca baş ağrısı çekiyor, hatta ölebileceğini düşünüyor. Kızının gücü ise yangın çıkarmak. Esas peşinde oldukları da o zaten.
Uzun süren kaçma kovalama, zorla yakalanma, ama sonunda tekrar kaçma, bu arada bolca ölüm.
Sonuç olarak güzel kitap, bulduğum an alıp Stephen King'in diğer kitaplarını da okuyacağım.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Itazura Na Kiss

Son bir haftadır kaptırdım kendimi anime izleyip duruyorum. Nereden esti bilmiyorum ama indirip duruyorum bir taraftan da; okula gitmeden az buçuk arşivim olsun istiyorum. Yurdumun interneti iyice cıvıttı; ne bir şey indirebiliyorsun, ne de dizi film sitelerine girebiliyorsun.
Kısaca anime maceramdan bahsedeyim. Ben de 90'larda çocuk olan her genç gibi tabi ki Sailor Moon, Pokemon, Tsubasa gibi animelerle büyüdüm. Arada televizyona koydukları birkaç anime daha izlemiş olsam da bende-ve benimle yaşıt birçok kişide- en kalıcı etki bırakanlar bunlar oldu.
Üniversite hazırlıkta anime manyağı bir arkadaşımın etkisiyle ünlü animelerden Elfen Lied'i ve Death Note'un ilk 25 bölüm kadarını izlemiştim.
Neyse, bu yaz da hadi dedim Death Note'a devam edeyim sonunu merak ediyorum. Unutmuşumdur diye de baştan başladım. Amma ve lakin 28'e kadar geldim, sıkıldım. Spoiler gibi olacak ama L öldükten sonra tadı kalmadı. Yine de bitirip yazısını yazacağım buraya.
Sonra güzel bir anime blogu keşfettim, animelere bakarken Itazura Na Kiss gözüme çarptı. Gayet sıradan konusu olan bu romantik komedi anime ilgimi çekti.
Hikayemiz tembel, çalışsa da yapamayan, çok da güzel olmayan fakat fazlasıyla sevimli, sakar kızımız Kotoko Aihara'nın çok zeki, başarılı, yakışıklı, resimde de görüleceği üzere gayet soğuk ve de cool olan  erkek karakterimiz Naoku İrie tarafından reddedilmesiyle başlar. Aynı lisede biri en iyilerin, biri de en kötülerin gittiği sınıflarda olan kahramanlarımızın yolu Kotokoların evi yıkılıp babasıyla İrie'lere taşınınca tekrar kesişir. Aynı evde yaşayan bu ikili tabi ki zamanla evlenip çoluk çocuğa karışırlar ve mutlu son..
En kısa haliyle böyle ama uzun uzun anlatacak olursak..
Başlangıç olarak bu İrie kadar soğuk, kaba; Kotoko kadar da gurursuz birer karakter olamaz. Oğlan tarafından sürekli terslenen kızımız her seferinde tekrar kendini onun önüne atıyor. Aslında kadınları aşağılayıcı olması açısından rahatsız edici ama artık onu sindirip izlemeye devam ettim. İzlerken sıkılmıyorsun, çünkü 25 bölümlük anime yaklaşık 15 senelik bir zamana yayılıyor. Ayrıca yan karakterler de başarılı, sadece İrie ve Kotoko değil, onların da ne olacağını merak ediyor ve merakınızı da gideriyorsunuz.
İrie'nin annesi kadar sevimli kadın yok, zaten bu ikisi bir araya geliyorsa Kotoko'dan çok annenin sayesinde. Zincir şeklinde aşklar burada da mevcut tabi, ama en sonunda herkes kendine uygun olanı buluyor.
Genel olarak herkesin mutlu olduğu bir animeydi. Ben genelde böyle sevmem ama, bu sefer hoşuma gitti. Artık hikayeyi veriş şeklinden mi, yoksa benim o anki modumdan dolayı mı bilmem.
Böyle yumuşak animelerle başladım ki, bu işten soğumayayım. Tabi kült animeleri izlemezsem olmaz. Great Teacher Onuzika ve Naruto listemde. Ama 200'den fazla bölümü olan Naruto'yu ne indirmeye, ne de izlemeye cesaret edebiliyorum.
Death Notu'u da en kısa zamanda bitirip yazmaya çalışacağım bakalım.