10 Aralık 2012 Pazartesi

Mor ve Ötesi

Yaklaşık 1 aydır elimi eteğimi çektim her şeyden. Ne okula gittim, ne doğru düzgün arkadaşlarımı gördüm, ne buraya yazdım. Fakat artık bu döngüyü kırıyorum. En azından buraya yazmama döngüsünü.
Güzel bir hafta sonunu bitirmiş bulunuyorum. Cuma ve cumartesi günü arkadaşa evci çıktım. Cuma bir şey yapmadık, Quick China'dan yemek söyleyip bir sürü film izledik. Hatırladıklarım The Vow, Hairspray, Charlie and The Chocolat Factory. Son ikisini izlemiştim ben ama filmler o kadar eğlenceli ki, bir kere daha izlemekte bir sakınca görmedim. Bu arada sonuncu filmin adını yazarken fark ettim, acaba bizde "ve" bağlacının hep küçük harfle başlaması gibi İngilizce'de de "and" küçük mü yazılıyordur? Neyse, öğrenirim bir ara.
Cumartesi de yine akşama kadar evdeydik. Kahvaltı, film izleme falan derken vakit geçti. Akşama biri bff olmak üzere iki arkadaş daha geldi. Jolly Joker'e Mor ve Ötesi konserine gittik.
Gitmeden önce içtik ki içkiye az para verelim. Yeşil elmalı votka aldık ve çok sevdik. İçkinin de etkisiyle neşemiz çok yerindeydi. Mekana güle oynaya geldik.
Jolly Joker'i çok sevdim. Sahnesi iyi, ışıkları iyi, ses düzeni çok iyi. En arkadan bile gayet güzel görünüyor her şey. Mor ve Ötesi'ne karşı özel bir ilgim olmadı şimdiye kadar. Radyoda ya da mekanlarda dinlediğim kadarıyla birkaç şarkısını biliyordum. Fakat konserlerinden sonra onları dinlemeyerek çok şey kaçırdığımı fark ettim. Bir ara kendimi ağzım açık ayran budalası gibi Harun'a bakıp hiç kıpırdamadan şarkılarını dinler halde buldum. Hipnotize olmuş gibiydim. Şarkılarını her şeyiyle, sözüyle müziğiyle çok beğendim. Yeni albümlerinden de çaldılar. Şarkıları genel olarak iyiydi, özellikle Eski Şarkısı diye bir şarkılarını çok beğendim.
Yerimiz iyiydi. Zaten en arkada olsak da güzel görürdük, çünkü dediğim gibi sahnenin konumlandırılması iyiydi. Evet, bu fotoğrafta bff ile ben varız. Arka planda da Harun görülebilir :) Sonlara doğru bir baktım ikinci sıradayım. Grubun basçısı Burak'ın tam önündeydim. Çok sempatikti, ben de gözümü diktim ona sırıtmaya başladım. Bir ara gözü bana kaydığında da ona elimle öpücük attım. Gözlerini kırparak bana tepki verdi sevimli adam :)
Konser 2 gibi bitti, biz de Passage'a yürüdük. Tabi o kafayla normal gelmişti ama o saatte dört kız Kocatepe'nin oradan Kızılay'a yürümek pek akıl işi değil aslında. Passage'da da bir güzel eğlendik ve eve döndük.
Bugün öğlen uyandık. Kahvaltı ve muhabbetin ardından bu sefer bff'in arkadaşlarının yanına Bestekar'a gittik. Gittiğimiz yerin adı Bomonti idi. Çok güzel bir yer ama garsonlar yönünden biraz talihsizdik. Sekiz buçuk gibi Bahçeli'de Seven adlı yere gittik. Biraz da orada oturduktan sonra ben 11 gibi yurda döndüm. Şu an saat 00.48. Uykum yok ama yarın okul var. Yine asacağım galiba. Olsun.

29 Kasım 2012 Perşembe

Kendime Sitem

Bu aralar hayatla arama mesafe koydum sanırım. Ne bir şey yapasım var, ne birileriyle görüşesim. Ha yapmıyor muyum, elbette tüm gün yurtta oturmuyorum yapıyorum bir şeyler. Ama örneğin iki haftadır okula çok az gidiyorum. Bir derse girip geri döndüğüm çok gün oldu. Üzerimde bir ruhsuzluk, durgunluk var. Çözemiyorum kendimi. Bir sorun var ama ne?
Sanırım kendimi eksik hissediyorum. Ders konusunda istediğim kadar başarılı değilim. İstediğim kadar kitap okumuyorum. İstediğim kadar sanatla ilgilenmiyorum. İnsanlarla ilişkilerim istediğim gibi değil. İstediğim kiloda kesinlikle değilim. Bu istediğim ama olmayan şeyler listesi uzayıp gidiyor. Yani ben kendim edip kendim buluyorum aslında.
Şu anda kabuğuma çekilmiş durumdayım. Bu olay bir süre daha böyle devam edecek gibi. Bakalım...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Neler Oluyor Hayatta?

Yazmayalı uzun zaman olmuş. Önce sınavdan ötürü yazmamıştım ama sınavdan sonra da elim değip yazamadım bir türlü. Zaten pek yazasım da yok işin açığı.

Birikti her şey. Yaptıklarımın çoğunu da unutmuşumdur herhalde. Neyse hatırladığım kadarıyla yazayım.
Bu sene işler benim için iyi gidiyor gibiydi. Derslerime güzel güzel çalışırken bir de baktım bayrama yaklaşmışız. Bayramdan önceki haftasonumu zaten yazmıştım buraya. Evde çalışacağımı düşünerek -nasıl bir mantıksa artık- saldım kendimi.
Eve pazartesi gecesi vardım. Önümde güzel güzel çalışacağım günlerin hayalini kurarak yattım. Ertesi gün erkenden dersimin başındaydım. Fakat anlayamadan günler ışık hızıyla geçti, ben kendimi sadece iki konu çalışmış olarak otobüste buldum. Bayram güzeldi, sorun da buydu. Tüm aile beraberdik, zorunlu olarak yapılan işleri de katarsak zaten sonum kaçınılmazmış. Bir de seneler oldu evde çalışmayalı. Evde ders çalışmayı unutmuşum. Orası benim için çalışma yeri değil artık. Buradan çıkardığım ders, final arasında eve gitme planlarımı iptal etmem gerektiği.
Her neyse, döndükten sonra da çalışamamanın getirdiği kötü ruh haliyle odaklanamadım. Bilmem bir tek ben mi öyleyim, ama vaktim daraldıkça ben de daralıyorum ve son dakika çalışmasıyla kendimi kurtaramıyorum.
Bu arada bir de tiyatroya gittim: Euridice'nin Elleri.
Üff yine yazasım kaçtı. Ben normal değilim sanırım. Normalleşince tekrar yazacağım.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Şitreş

Yarın sınavım ve de bir sürü bir sürü eksiğim vaaar. Aynen şu durumdayım:
Saat:23.00.

21 Ekim 2012 Pazar

Ben Feuerbach

Yeminliydim, haftasonu çok güzel çalışacaktım. Fakat cumadan işler karıştı. ÇS tayfasıyla akşam yemeği yerken biri Passage'a gidelim diye çok akıllıca bir fikir attı ortaya. Tabi ders çalışmaktan bunalmış bünyeler de hemen atladılar bu fikrin üzerine. Benim için de sorun yoktu çünkü sınavıma üç hafta var. Diğer arkadaşlarınsa pazartesi mühim ötesi sınavları var. Vicdan muhasebesini çok yaptılar, cumartesi erkenden kalkar çalışırız, zaten çok durmayız gibi bahaneler ürettiler ve biz 12'ye doğru oradaydık. 3'e kadar eğlendik, sonra bir arkadaşın evine geçtik. Orada da hemen yatmadık tabi, muhabbet falan derken sabah 11'de zorla kalkabilik. Yurda gel, banyo yap, hazırlan derken saat 3,5'ta ÇS'ye gittim, 5,5'ta ÇS'den çıktım.
Çünkü akşam arkadaşımla tiyatroya gidecektim. Oyun Şinasi'de olduğundan hadi yemeği Tunalı'da yiyelim dedik. Elizinn adlı yerde yedik. Mekan güzel, yemekleri de güzeldi.
Tiyatroda önceliğim her zaman turnedekiler oluyor. Bu sefer de Trabzon Devlet Tiyatroları'nın Ben Feuerbach oyununa gittim.
Oyunun özetini olduğu gibi internet sitesinden koymak istiyorum: "Feuerbach uzun süre akıl hastanesinde yattıktan sonra tedavi olmuş, mesleğine tutkun bir oyuncudur. Bu uzun aradan sonra, bir tiyatronun oyuncu seçmelerine gelir. Karşısında bir zamanlar tanıdığı ünlü rejisörü görmeyi beklerken, onun asistanı tarafından karşılanır. İlk başta yaşadığı hayal kırıklığı, bir müddet sonra izleyicisinin tüm dikkatini kendinde toplamaya çalışan oyuncunun sergilediği bir kedi-fare oyununa dönüşür. Böylece Feuerbach’ın kişiliğinin ve yaşamının katmanlarında dolaşmaya başlarız. Beklenen kişi en sonunda geldiğinde ise olaylar Feurbach’ın tahmininden çok farklı gelişir."
Oyun bundan ne bir eksik, ne de bir fazlaydı. Aynen bunlar oldu, ama olay zaten Hakan Meriçliler'in müthiş oyunculuğundaydı. Çok iyiydi, bize karakteri çok güzel yansıttı. Sesi de çok hoştu.
Hakan Meriçliler'in tiyatrocu olduğunu bilmiyordum, öğrenmiş oldum.
Öyle işte, sonra da yurda geldim, uyudum uyandım, bakalım bugün bana ne getirecek?

18 Ekim 2012 Perşembe

Son İki Hafta

Uzun zamandır buraya yazmıyorum.
Günlerim biraz rutine bindi. Sabah erkenden kalkıp okula git, döndükten sonra ya ÇS'ye git çalış ya da dışarı çık. Yurda döndükten sonra da yazmaya pek hevesim kalmıyor işin açığı. Gecenin kalanında genelde dizi izliyorum.
Heyecanla beklediğim tiyatro sezonu nihayet açıldı, hatta ben dört oyuna gittim. Bunlardan sadece birini yazdım, diğerlerini ilerleyen postlarımda yazacağım.
Bugün ses kaydı işini başkasına satıp dersi astım ve okuldan erken döndüm. Yemek yedim, bilgisayarın başında saatlerdir oturuyorum. Keyif yaptım biraz. Bugün çalışmayacağım dedim. Yarın ve haftasonu deliler gibi çalışacağım. Akşamlara kadar disko disko ÇS :)
Uzun zamandır istediğim diksiyon kursuna başladım. Okulun ücretsiz kurslarından. Daha bir ders gittik ve o da tanıtım dersiydi ama devamı da gelecek. Pek sevindiğim olay kursun pazartesi günleri olması. Hocamız oyuncu olduğundan ona bir tek pazartesi uyuyormuş. Bana da uydu tabi bu durum.
Bunun dışındaa bugün yurdun yataklarını yenilediler. Ben de hazır nevresimlerim çıkmışken yenilerini taktım. Yatağıma en sevdiğim renklerle şık bir kombin yaptım :P Evet, nihayet ben de kombin kelimesini kullandım :)
Yine çözünürlüğü yerlerde sürünen bir fotoğrafla yatağımın şu anki görüntüsünü paylaşmak istiyorum.
Bugün de erkenden yatacağım zaten. Yarın tiyatro gişesine erkenden gidip tiyatro bileti alacağım da. Bu seferki hedefim Euridice'nin Elleri. Prömiyeri 30 Ekim'de yapılacak bu oyun sanırım ikinci bir Bir Delinin Hatıra Defteri olacak. Satışa açılmasından beş dakika sonra tüm biletler tükenmişti çünkü. Bakalım yarın şansım yaver gidecek mi?

Profesyonel

Haftasonunu bff ile geçirdim. Cumartesi onlara kahvaltıya gittim. Beraber güzelce kahvaltı yaptık, sonra da ders çalışmak için Bilkent Üniversitesi'nin kütüphanesine gittik. Hem eğlendik, hem de net 5,5 saat çalıştık. Masada karşılıklı oturduk. Bff masanın büyük bir kısmına yayılırken bana sadece defter ve notumu koyacak kadar yer kaldı :) Evet, resmin sol üst kısmında ben varım, bir tanecik defter ve notumla.
Güzel bir gündü, devamı da benim için verimli geçti diyebilirim. Gece 3'e kadar muhabbet ettik, olay psikolojiye döndü. İçimi döktüm biraz bffe, yeni kararlar aldım. İnsan bazen böyle şeylere ihtiyaç duyuyor. Ben, normal insanlardan biraz daha fazla ihtiyaç duyuyorum işin açığı.
Pazar günü de İstanbul'dan turneye gelen Profesyonel adlı oyuna gittik. Bu oyuna bilet bulabilmek için biletlerin açıldığı gün okula gitmemiştim. İyi ki de gitmemişim.
 İlk olarak Yetkin Dikiciler ile başlamak istiyorum. O nasıl bir sestir? O nasıl güzel bir sestir? Öyle tok, hoş bir sesi var ki; oturup saatlerce dinleyebilirim onu. Sadece ses değil tabi ki.. Müthiş bir oyuncu. O kadar güzel, o kadar doğal duruyor ki sahnede; işte bu diyorsunuz, bu adam bu sahnede olmalı hep. Oyunda bir taraftan anlatıyor, bir taraftan oynuyordu ve hikayeyi anlatırken bir anda oyuna dahil olurken geçişlerde bir an bile zorlanmadı. Bazen seyircileri de kattı ve bunu yaparken çok beyefendi ve tatlıydı.
Bülent Üstün Yarar da tek kelimeyle muhteşemdi. Sahneden inmesin istedim hiç. O gülüşleri, sarhoş taklidi, yine geçişlerdeki mükemmelliği yeter de artar. Performansı olmadan bu oyun böyle olmazdı.
Bir yazar/editör, sekreteri ve eski bir polis arasında geçen bu hikayede bir gün ansızın çıkıp gelen eski polis sayesinde yazarımız ve biz seyirci geçmişe yolculuğa çıkıyoruz. Edebiyattan, felsefeden, siyasetten bolca yararlanılan bu oyunda beni en çok etkileyen şey Yetkin Dikiciler'in o müthiş sesiyle çok anlamlı bir şekilde söylediği "Gündüze özgü, aydınlıktan bahseden bütün sözcükleri unutalım. Gün ortasında bile gece selamı verelim. Aydınlığa kavuşana kadar da böyle davranmakla yetinelim..." sözleriydi. Sanırım oyunun yazarı Duşan Kovaçevic'in kendisine ait bu sözler. Luka ile Teya'nın birbirlerinde baba/oğullarını bulması da oyunun ayrı bir güzelliğiydi.
Kısacası oyun çok dolu doluydu. Sürprizlerle dolu olmaması eleştirilmiş biraz ama bence haksız bir eleştiri bu. Oyunun amacı seni şaşırtmak değil ki, düşünmeni sağlamak.
Son olarak, Yetkin Dikiciler gerçekten de mavi gözlü bir devmiş.
Oyundan güzel duygularla çıktık, sonra da eve gidip bffin annesinin hazırladığı güzel yemeklerin tadını çıkardık. Tekrar çık, kahve iç, yurda dön derken bir haftasonunu daha tükettim.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Masala, Goran Bregovic

Hastayım hasta, canım ister limon. İki üç gündür boğazım şiş ve acıyor, bir de kulağımın arkasında bir şişlik var(muhtemelen lenf bezim şişti.). En az bir iki hafta çekerim artık.
Sık sık hasta olmam, ama olduğumda da haftalarca boğaz ağrısından kurtulamam. Koparıp atmak istiyorum bazen şu boğazımı.
Hastayım ama, bu beni gezmekten alıkoymadı geçtiğimiz birkaç gün.
Salı günü Masala adlı Pakistan yemekleri yapan yere gittik. Kuğulu Park'ın hizasında, fakat yolun diğer tarafında, Paris Caddesi'nde bir yer. Fotoğrafı internetten buldum, oturan insanın benimle bir ilgisi yoktur yani.
Ben bu yemeği bir fırsat sitesinden aldım. Dolayısıyla oraya giderken nasıl bir yerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Mekan düşündüğümden ufak. Ve sahipleri gerçekten Pakistanlı. Güzel ilgilendiler, servisi beğendik.
Pakistan yemekleri ile ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var: köri. Her şeyleri körili. Yerken güzel geliyor ama, sonra mideyi rahatsız ediyor. Durup dururken canının isteyeceği bir şey değil yani, ancak kırk yılda bir, canın değişik bir şeyler yapmak istediğinde yenilebilir bence.
Çarşamba günü de Vişnelik'te Goran Bregovic konserine gittim. Odtü Vişnelik'i ilk defa gördüm ve çok sevdim. Çim amfi, gittikçe yükselen setler var ve insanlar oturuyor oralara. Gittiğimizde de herkes oturuyordu, sevindim ben de oturup konser izleyeceğime. Ama tabi konser başladıktan sonra herkes ayağa kalktı, mecbur biz de kalktık.
Goran Bregovic'in performansı süperdi. Bilmem Balkan müzikleri hep bu adamın yaptığı gibi mi, eğer öyleyse ben çok severim(araştırmalıyım). Üflemeli çalgılar ne kadar neşeli ve hareketli, insanı nasıl da oynatıyorlar. Her bir şarkısında çoğunu ilk kez duymuş olsam da zıp zıp zıpladım. Gece çıkıp dans ettiğim birçok zamandan daha fazla eğlendim.
Adam sahnede çok rahat ve kendi de çok eğleniyor belli. Bu yüzden seyirciyi de eğlendirdi. Eliyle yaptığı hareketler oldukça hoş ve sempatikti. Herkesi bir güzel coşturdu, kapanışı Kalaşnikof'la yaptı ki biz seyirciler daha fazla çıldıralım :) Hoşuma gitmeyen tek şey, arada bir arkadan verdikleri fon müziği oldu. Öyle yaptıkları şarkılar sanki playback gibi geliyordu insana.
Konser benim yurda giriş saatime çok güzel uyacak şekilde bitti, ona da ayrı sevindim. Dolmuşa atladığım gibi Kızılay'a, oradan da yurduma geçtim.
Orada da şunu fark ettim ki, Odtü'lü erkekler pek tarz. Artık benim için yeni insanlar olduklarından mı, yoksa gerçekten öyle olduklarından mı bilmem. Bizde neye yokkk? diye biraz üzüldüm işin açığı :P 

23 Eylül 2012 Pazar

Candan Erçetin

Candan Erçetin'e hayranım. Hem sesine, hem duruşuna, hem sanatçı kişiliğine, hem hanımefendiliğine. Tüm şarkılarını olmasa da tamamına yakınını ezberden söyleyebilirim.
Ne kadar zamandır konseri olsa da gitsem diyordum ki Tepe Prime'da konseri olduğunu duydum. Hem de ücretsiz.
 Tepe Prime iki tane yüksek iş merkezi ve lüks bir apartmandan oluşan bir kompleks. Altında da daha çok kafeler ve yemek yenecek yerler var. Arkadaşım da oralardan Piola adlı yerden bize ve birkaç arkadaşına yer ayırtmış. Gittik, bir taraftan yemeğimizi yiyip içeceklerimizi yudumlarken, diğer taraftan Candan Erçetin'i izledik. Hem de Sezen Aksu'yu gördüğümüzden çok daha iyi bir pozisyonda. İnternetten bu resmi buldum, bizim oturduğumuz yere yakın biri çekmiş. İşte böyle bir görüş açısıyla izledik kendisini.
Sonlara doğru yerimizden kalkıp yakından görmek üzere sahneye yaklaştık, baya yakından da gördük. Gerçekten çok zarif. Bu önemsiz bir konser dememiş, şıkır şıkır giyinmiş. Seyirciyle de tatlı tatlı konuşuyordu.
Sesine, şarkılarına zaten diyecek bir şey yok. Söylediği güzel şarkılara avaz avaz eşlik ederken mutlu olduğumu hissettim.
Baharda tekrar geleceğim dedi, umarım gelir ve umarım bu sefer şöyle Congressium gibi güzel bir yerde yapar konserini. Ona da giderim, hepsine de giderim..
Candan Erçetin'e asla doyamam.
En sevdiğim şarkısını da paylaşayım da tam olsun.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Aynı Yerler

Dün yine Telwe'ye, ardından Passage'a gittim. Birinde bir grupla, diğerinde başka bir grupla buluştum. Üç küsür bira ve üç tekiladan sonra yine midem berbat halde yurda döndüm. Ama eğlendim mi, eğlendim.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Red Riding Hood, Passage

Akşam üstü uyumak kadar berbat bir şey yok. Hele bir de bir şeyler yiyip yattıysan.
Okuldan geldikten sonra çok fena uyku bastırıyor bana. Biraz dayanınca geçiyor ama, bugün hadi bir saat uyuyayım diyerek büyük bir hata yaptım. Yattığımda uyuyamadım bile ve kalktığımdan beri yanıyorum. Kulaklarımdan ateş fışkırıyor, o derece. Bilmem bir tek bana mı oluyor bu. Ne zaman akşamüstü uyusam, akşamın geri kalanında kendime gelemiyorum. O yüzden hadi biraz uyuyayım, kalkıp gece çalışırım diyemiyorum.
Pazar günü arkadaşın evine gittik, mütevazi bir öğrenci kahvaltısı yaptık. Çıktık, biraz gezdik, yurda döndük, not yazdım, derken saat on bir oldu. Geceyi bir de film izleyerek kapatayım dedim ve Türkçesi "Kız ve Kurt" olan Red Riding Hood'u izledim. Spoiler geliyor.
Artık Holywood hikaye sıkıntısı çekiyor sanırım. Sürekli eski şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar. Bu film de Kırmızı Başlıklı Kız'ın uyarlanmış hali. Isıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar dedim ama, sevdim ben bu versiyonunu. Ormanlar içinde yaşayan köy halkının korktuğu kurt bir gün baş karakterimizin kardeşini öldürür ve filmimiz başlar. Köy halkının hayatına çok özendim yalnız. Evleri çok konforlu geldi bana. Hani Taş Devri'nde aslında tüm teknolojiler var ama bunu hayvanlardan falan sağlıyorlar ya, onu anımsattı. O şöminenin üzerinde çorba pişirip, kenarında yemek istedim.
Filmde kurdu kurtadam olarak düşünmeleri güzel olmuş. Ve insan meraklanıyor. Acaba kurt kim? Büyükanne mi, esas kızın sevdiği mi, yoksa onu zorla nişanladıkları Henry mi? Yalnız ilginç bir nokta, filmden kimsenin adını hatırlamıyorum, Henry hariç. Amanda Seyfried pek güzel, ama bir tek bu filme yakışır gibi geldi. Sanki başka bir filmde izlesem sevemeyeceğim orada.
Gary Oldman yine harikaydı. Başka bir şey diyemiyorum.
Beğendim filmi sonuç olarak.
Dün akşam dışarı çıkalım dedik, Passage'a gittik. Saat 9'da gittik, 11'e kadar normal kafe gibiydi. High Five adlı grup 12'de çıktı, çok sevdim onları. Solistleri çok tatlıydı :) Yurda geç giriş izniyle beraber 1'de girmemiz gerekiyordu, koştur koştur döndük sonra.
Bu arada deli gibi yağmur yağmaya başladı, odadan izleyip mutlu oluyoruz odacak :)

15 Eylül 2012 Cumartesi

Son Üç Gün

Okulun ilk haftası bitti. İlginç bir şekilde çabucak alıştım okul temposuna. Gerçi daha ilk hafta, şu anda giriş dersleri yapılıyor ama, sevdim bile patolojiyi(her ne kadar bir derste artık geçen senekinin üç katı yük olsa da).
Normalde ilk hafta çok gezeyim diye özellikle uğraşırım, ama bu sefer öyle yapmadım. Ben tatilde evcimen olmuşum iyice. Tek isteğim yurduma bir an önce gitmek oluyor artık. Gerçi gitmedim genelde ama olsun.
Çarşamba günü Sezen Aksu konserine bilet alabilmek için Bff ile Kentpark'a gittik, 75'er liralık alışveriş yaptık. Bütçemin çok da iyi olmadığı şu aralar o parayı pek gönülsüz harcamış olsam da, normal bir konsere gideceğimden çok daha ucuza gideceğim için kendimi avuttum. Ayrıca zaten alışveriş yapmış oldum, ki aldığım hırkayı pek beğenerek aldım.
Perşembe günü okuldaki resim kulübünden insanlar ve bize resim dersi veren hocamızla buluştuk. Dersimizin bitimiyle hocayla buluşmamızın arasında çok saatler olduğundan o arada da birkaç mekan değiştirerek Kızılay'da dolandık.
Kızılay'da en sevdiğim yerlerden biri Galeri Ekin. Oradaki çeşit çeşit kalemler, defterler, silgiler, boyalar ve bilimum kırtasiye malzemelerine bayılıyorum. Benim malzemelerim de kırtasiye dükkanını aratmaz zaten. İğrenç çözünürlüklü telefonumla masamdaki kalemlerin bir kısmının bir fotoğrafını çektim.
Hocamızla Sakarya'daki Telwe'de buluştuk ama bir sorun vardı. Ondan yarım saat önce gelen bizden kimse içki içen insanlar değildi. Dolayısıyla garsonlar gelip geçerken bize kınayıcı bakışlar attılar. Ben de bu gerilime dayanamayıp alkollü bir şey aldım. Neyse sonradan gelenlerden de içenler oldu da gerilimimiz bitti. Yedik içtik eğlendik, yurda da yürüyerek gittim ki benim pek yaptığım bir şey değildir bu.
Dün de Sezen'in konserindeydik. İnanılmaz kalabalıktı, park yeri bulmamız çok uzun sürdü. İçeri girdikten ise ancak zorla öne doğru ilerlediğimiz bir yarım saatin sonunda Sezen Aksu'yu görebilmeye başladık. Bilet kolay alınabildiğinden seyirciler olarak pek rahat değildik.
Olsun, ben zaten onu bir kere canlı göreyim, dinleyeyim diye gittim. Hoş bir bayan, şarkı aralarında çok güldürdü bizi. İşte o kadaar, bir etkinlik de böylece bitti.
Arkadaşımda kaldım, sabah o okula giderken-evet, cumartesi de okulu var onun- ben yurda döndüm, gün boyu yurttaydım. Şöyle bir başımı çıkarsam Neva filminin çekimiyle karşılaşacakmışım aslında, ama onu bile yapmadım. Saat 11 ve şu anki tek planım yatağıma geçiş yapmak..
Yarın erken kalkmama gerek yok yaşasın :)

11 Eylül 2012 Salı

One For The Money

Bu filmi birkaç hafta önce çerez niyetine izledim. Katherine Heigl'i sempatik buluyorum. İlginç bir güzelliği var.  Kendisini ilk gördüğümde çirkin olduğunu düşünmüştüm, fakat izledikçe beğenmeye başladım.
Son birkaç filminde sanki aynı karakter özelliklerini taşıyor. Ama bence ona uyuyor bu.
Bounty Hunter oluyor bu filmde ve lisede hoşlandığı adamın peşine düşüyor. Öyle işte, daha fazla bir şey yok filmde. Otur, izle ve unut.

Kürkçü Dükkanı

Okul açıldı, bugün okuldaki ikinci günümü de tamamladım.
Perşembe kalan yirmilik dişlerimi çektirmek üzere Kayseri'ye gitmiştim. Fakat sinir dişimden geçiyormuş, tomografi çekilmeden olmazmış, o da o gün çekilse bile sonuç ancak pazartesi çıkarmış. Cuma yola çıkacağımdan tabi ki hiçbir şey yaptıramadan döndüm. Boşu boşuna gitmiş oldum ve varlığını yeterince hissettiren mutsuzluğum kat kat daha arttı. 
Bu taşınma işleri bana neden bu kadar acı veriyor bilmiyorum. Bir hafta öncesinden gerilmeye başlayıp ancak taşındıktan bir hafta sonra kendime gelebiliyorum. Sami olsa "Uzaya çıkıyor sanki." derdi. Çok büyütüyorum olayı, çook. Zaten buradaki postlarım da gideceğim, gidiyorum, gideceğim için şöyle şöyleyim monotonluğunda gidiyor. Kısa zamanda değişeceğini umuyorum.
Cuma geldim, yurduma yerleştim. Neden cuma geldim sorusunun cevabı ise sevgili yurduma ancak haftaiçi giriş yapılabilmesi. Yani geldiğimde önümde bomboş bir haftasonu vardı. 
Cuma akşamı yurttan kızlarla oturduk. Birimizin ağustosta doğum günü vardı, onun için keke mum yakıp hediyesini verdik. Birer de Türk Kahvesi içtik. Yalnız yaktığımız mumlar ve de onların altları eriyip kekle değişik bir kimyasal tepkime gerçekleştirdi. Kek yenmeyecek duruma geldi ama, biz izlerken çok eğlendik. Anı olarak da bir adet fotoğraf çekti arkadaş.
Cumartesi sabahı aynı ekiple Bahçeli Seyir Kafe'ye kahvaltıya gittik. Oranın kahvaltısının üzerine tanımıyorum. Böyle söylememdeki en büyük etken tabi ki sınırsız portakal suyu.
Onlardan ayrılınca en iyi arkadaşımın yanına gittim. Onlarda kaldım cumartesi akşamı. Yalnız böyle en iyi arkadaş pek ilkokul işi oldu :) Bff diyeyim bari daha göze hitap edici olsun :) Neyse, kendisi artık bir stajyer doktor, onların okulunda dördüncü sınıftan itibaren forma giyildiğinden Sıhhiye'ye gidip önlük aldık; sonra tekrar Bahçeli'ye geçip Leman Kültür'de onun arkadaşlarıyla yemek yedik. Bu arada Leman yine zam yapmış, yemekleri güzel evet ama o kadar paraya değdiğini düşünmüyorum. Bu yüzden ben bir daha gitmek istememek Leman yani. Oradan bff'imin evine geçtik, çay içtik, sonra yine dışarı çıktık. Bu sefer onların evinde kalan kuzeni ablayla Bilkent tarafına gittik. Kahve içip muhabbet ettik. Ertesi gün genelde evde vakit geçirdik, akşam yemekten sonra bu sefer bff ile Seyir'e gittik, çay kahve içtikten sonra ince insan beni yurduma kadar arabasıyla bıraktı. Boş haftasonumu böyle doldurdum.
Dün okula gittim. İnsanları özlemişim. Özlemişim özlemesine de dersler beni ilk günden sıkmaya başladı. Bir de sabah bir kampüste, öğleden sonra diğer kampüste dersimiz vardı; hem dün hem bugün. Böyle günler yorulacağız ama şükür ki böyle günlerin sayısı az.
İki gündür okul-yurt-market yapıyorum, ama halimden çok memnunum. Nihayet yerleştim, dengeye ulaştı hayatım. Şu tatil havasından da çıkınca her şey çok güzel olacak.
Bu arada senenin zorlu olacağı ilk haftadan belli oldu, çok çalışmam gerek çook.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Kışlık Hazırlıklar

Son birkaç gündür kendimizi ailecek kışlık hazırlıklara verdik. Cumartesi salça ve konserve domates yapıldı, pazar tarhana ve erişte; bu arada bazı sebzeler kurutuldu.
Ben bu duruma için için sevinmekteyim, çünkü ben de bu malzemelerden yurduma götüreceğim. Özellikle konserve domates hayatımı çok çok kolaylaştıracak.
Salça, bizim burada kaynatılır. Zahmetli bir iş, çünkü kocaman kazanda kocaman bir kürekle saatler boyu sürekli karıştırmak gerekiyor. Biz toplamda dört aile olduğumuzdan malzememiz çoktu, iki kazana bölündü. Çözünürlüğü yerlerde sürünen telefonumla fotoğrafını çektim. Olmaya yakın öyle bir sıçrıyor ki, her tarafın yanıyor. 
Sonraa tarhana. Bu tarhana pek bilinmiyor. Ayranla buğday kaynatılarak yapılıyor, sonra da kurutuluyor. Ama yaşken de çok lezzetli. Biz de ailecek pek severiz, ucundan kıyısından yeriz.
Hazırlıklar tamam, cuma gidiyorum. Gerginim, bu gidiş dönüş zamanları hep gergin olurum. Sekiz senedir gidip geliyorum, sekiz senedir bu böyle. Evde boş boş duruyorum. Hiç bir  icraatım yok. Bugün sanki çok lazımmış gibi İngiltere tahtına geçen aileleri araştırdım. Şükür ki bilgi eksiğim kalmadı.
Sonraa her parmağıma farklı ojeler sürüp sürüp sildim. Bu fotoğrafta da simlilere bakıyordum. 
Kendimi bu boş işlerden umarım çabuk kurtarırım. Ankara'ya dönünce düzeleceğimi umuyorum.

That 70's Show

İşte her bölümünü tekrar tekrar izlediğim, aynı esprileri kırk kere duysam da kırk birincide yine güleceğim, her bir karakterini ayrı ayrı sevdiğim dizi!
Adından da anlaşılacağı gibi 70'lerde yaşayan bir grup genci anlatıyor dizimiz. Bu liseli arkadaşlar başrol olan Eric'in evinde, genelde evin bodrumunda vakit geçiriyorlar sürekli. Mekan hep aynı, zaten jeneriğinde de "Hanging out, down the street, the same old thing, we did last week.." şeklinde başlayan şarkılarıyla anlatıyorlar.
Fakat şarkıyı "We're all alright" diye bitiriyorlar ki, cidden öyle.
Red'in dumbass'lari, circlelar, Eric'in mimikleri, Fez'in aksanı, Micheal'ın aptallığı vb vb.
Çok izlenesi bir dizi, herkese tavsiye etmekteyim. dizimag.com'da tüm bölümleri mevcut.

31 Ağustos 2012 Cuma

Kemerhisar Bahçeleri

Ankara'ya dönmeme bir hafta kaldı. Bu durumdan hem mutlu, hem de mutsuzum. Mutluyum çünkü yazın genelde sıkılıyorum, burada yapacak bir şey yok, oradaki özgürlüğümü de özledim açıkçası. Mutsuzum çünkü dersler gözümü çok korkutuyor.
Geçen sene her şeyi son dakikaya bırakıp final dönemi sıkıştım. Sürekli gergindim; bütünlemeye kalma korkusu içerisinde, derslerin psikolojik, çantamdaki kitaplarınsa fiziksel ağırlığı altında ezilerek her gün ÇS(çalışma salonu) yollarını arşınladım durdum. Neyse ki büte kalmadım, ama etkileri hala sürüyor işte.
Neyse, öyle ya da böyle başlayacak bu okul. En iyisi ben şimdiden etkinliklere göz gezdireyim.
Şimdiden birkaç tane buldum katılacak. Goran Bregoviç, Levent Yüksel ve Sezen Aksu konserlerini gözüme kestirdim. Devlet Tiyatrosu'nun sitesine ise sürekli bakıyorum. Geçen sene yapılan değişiklikler neticesinde son durum ne olacak bilmiyorum ama, umarım ben ve tüm tiyatroseverler tiyatro zevkimizden mahrum kalmayız.
Bizim buralarda Kemerhisar adlı güzel bir kasaba var. Sevgili ilkokul öğretmenimiz emekliliğinden sonra yaz dönemi memleketi olan burada yaşamaya başladı. Biz de birkaç arkadaş bugün onu ziyarete gittik. 
Tatlı tatlı sohbet ettik, geçmişten bahsettik, eski fotoğraflara bakıp şaşırdık, eğlenceli bir gün geçirdik.
Bahçe içinde çok güzel bir ev yaptırmışlar, özellikle teras/balkonlarına bayıldım. 
Bahçenin çok çok ufak bir kesiti..Besledikleri kedi Fırfır da bana kendini sevdirmedi, aşk olsun Fırfır!
Bu arada blogumun saati benden yaklaşık 10 saat geride. Nasıl düzeltirim pek fikrim yok açıkçası. Saat dilimini değiştirmem gerekiyor ama acaba hangisi biziz?

28 Ağustos 2012 Salı

Üşengeçlik

Üşengeçlik denizinin dibinde yüzüyorum. 
Her şeye üşeniyorum. 
Sabah yüzümü yıkamaktan tutun da kalkıp su almaya kadar..
En çok da bir şeyler yazmaya üşeniyorum. Filmler izledim, kitaplar okudum, bir yerlere gittim ama onları anlatmak bana çok zor geliyor şu anda.
En kısa zamanda kendimi toparlayıp -ne yaptığımı unutmazsam- yazılarımı yazacağım.
Bu arada bugün balkonda ilk defa üşüdüm ve bu durumdan çok memnunum. Havalar soğuyor yaşasın :)

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir Dişçi Macerası, The Dark Knight Rises

Yirmilik dişlerim yaz başından beri beni rahat bırakmadı. Bir sağ bir sol, bazen ikisi birden ağrıdı durdu. Verdikleri mesaj açıktı: yerimiz dar! Eh ben de onları ve kendimi bu ızdıraptan kurtarayım dedim, bizim burada çekilmediğinden vurdum kendimi Kayseri'ye.
Sağ taraftaki dişlerim çekildi ve ben kanımla baş başa kaldım! Doktor yarım saat demesine rağmen gazlı bezi değiştirerek iki saat ısırdım, yine de o rahatsızlık hissi gitmedi. Ağzının içindeki özgürlük bitiyor, çok kötü. Oraya dilini değdiremezsin, şöyle ağzındaki her şeyi tüküremezsin -emiyorsun çünkü o zaman, yaran kapanmıyor-, tüküremediğinden biriken kanları sürekli yutuyorsun, kısacası zor bu iş zor.
Şanslıydım, dişlerim kolayca çekildi, şişme falan da yapmadı. Rahat geçiriyorum nekahat dönemimi. Dört gün oldu çekileli, eskisi kadar rahat olamasam da şu an gayet iyi durumda. Yiyecek konusunda hiç sıkıntı yaşamadım, ertesi gün patlamış mısır bile yedim. Ona da ayrı şaşırdım, çünkü bir arkadaşım neredeyse bir hafta sadece çorba ve meyve suyuyla beslenmişti.
8'i yani çarşamba dişim çekildi, ufak bir çürük varmış onu da 10'unda yaptılar. Kayseri'de kaldığım süre boyunca çok dışarı çıkmadım, genelde evde dayımın eşiyle vakit geçirdik. İftarımızı yaptık, bir gün de sosyete pazarına gittik.
Akşamları dayımla bisiklete bindik. Kendisi bisiklet tutkunu bir insan, bana da şikayetlerime aldırmadan uzun uzun Talas turu attırdı. Sevgili kardeşim benim eski onun şimdiki bisikletini hunharca kullandığı için güzelim bisikletim artık bir gazi, sürdükçe zincir sesleri çıkaran yaralı bir kuş. Öyle olmasa bu bisiklet işini evde de devam ettirmek isterdim aslında, hoşuma gitti baya.
Onun dışında dayım da yengem de akademisyen olduğundan, onlarla oturup akademisyenlikten bahsettik. Koskocaman bilgi denizinde boğulmadan nasıl okumalı, işe nereden başlamalı, hangi konularda çalışma yapılmalı gibi şeyleri tartıştık. Onlarla bir araya gelince hep bilimsel damarım kabarıyor. Kendimi çalışmalar yaparken, o kongreden bu kongreye koştururken görüyorum. Tabi bunun için şimdiden bir şeyler yapmak lazım. Yazın kalanı için kendime birkaç hedef belirledim. Üçe geçmiş bir tıp öğrencisi olarak, sene içinde pek faydalanmadığım Guyton Fizyoloji'mi açıp kitap gibi okumaya karar verdim. Bir de makale okumak çok önemli, yavaştan makale okumaya başlamak istiyorum. Pubmed karıştıracağım biraz. Umarım havada asılı kalmaz bu hedefler.
Yalnız öyle bir yazdım ki şu kıytırık seyahati..
Ee doğal, benim de tekdüze hayatıma heyecan katan bu ufak olay oldu.
Neyse, sızlanmaya başlamadan asıl amacıma geçiyorum. Bir gün de sinemaya gittik kuzenimle. The Dark Knight Rises.
Batman, sevgili Batman.. Sen bunca yıldır süper kahramanlar arasında en az ilgilendiğim ikinci isimdin(ilki Superman). Ama sana haksızlık etmişim. Hem de feci haksızlık etmişim. Sen ne karizmatik, ne müthiş bir kahramanmışsın öyle. Gerçi karizmatikliğinin kaynağı pek sevgili Christopher Nolan da olabilir, bilemiyorum :)
Şimdiye kadar izlediğim ilk Batman filmi bu oldu. Film görsel açıdan müthiş. Neredeyse tüm karakterler bana tanıdıktı, bu da demek oluyor ki hepsi çok ünlü kişilerdi. Çünkü ben az sayıda oyuncu biliyorum. Spoiler başlıyor.
Gelelim hikayemize.. Önceki filmleri izlemediğimden filmde anlatılan ve kuzenimden aldığım bilgiler doğrultusunda konuşuyorum. Harvey Dent'in suçlarını üstlenen Batman yakalandığı an tutuklanacaktır. Zaten aradan geçen sekiz senede ortaya çıkmamıştır. Bruce Wayne malikanesinden hiç çıkmamaktadır, sözde iyi adam Harvey Dent sayesinde yapılan yasa ile Gotham artık suçlardan arınmış bir şehirdir. Ta ki ağzında maskesiyle Bane gelene kadar. Kendisi sempatik insan Tom Hardy tarafından canlandırılmakta.
Filmin başındaki uçak sahneleri etkileyici olduğu kadar saçma da. Belki ben cahilimdir ama bir CIA uçağı başka bir uçağı fark etmeliydi diye düşünüyorum. Bir de sevgili Bane, o kadar sadık intihar komandolarını nereden buldun Allah aşkına? Ben de istiyorum o kadar sadık adamlar. Gerçi sen de sadık bir intihar komandosuymuşsun, sonradan öğrendik.
Ah Catwoman ah. Salak mısın nesin anlamadım ki. Git Bruce Wayne'in parmak izlerini hiç uğruna sat. Sonra hiç utanma, yine ihanet et bu sefer koskoca Batman'i sat. Gel daha salak salak meydan oku. İki adam dövüyorsun diye kendini bir halt sanıyorsun, pis hırsızın tekisin sen. Filmin sonlarına doğru patlattığın arabalardan örülmüş duvarı herkes patlatabilirdi. Sırf sen rol kes diye sana yaptırdılar haberin olsun. Bu arada Anna Hathaway'in duruşu kötüymüş. Yeni fark ettim. Hafif kamburumsu bir duruşu var.
Miranda, seni filmin başında sevmiştim. Fakat sen de amaçsızca kötülük yapanlardanmışsın, gözümden düştün. Meğersem şu an adını hatırlayamadığım, ama Gölgeler Birliği'nin başı olan babanın izinden gitmek istemekteymişsin. Yani amacın Gotham'ı yok etmekmiş. Yalnız bir şey diyeyim, ölümün pek kıytırıktı. Valla Yeşilçam filmlerinde bile daha iyi ölüyordu aktristlerimiz.
Joseph Gordon-Levitt'i pek severim, canlandırdığı karakteri de pek sevdim. Ben anlamamıştım ama, Ekşisözlük'ten okuduğumdan anladığım kadarıyla Robin'miş kendisi. Batman mağarasını verdi ona, mirası devraldı. Yalnız Bruce Wayne zenginliği olmadan Batman'lik işi nasıl olacak, onu merak etmedim değil.
Gordon, tam bir başkomiser adı. Sevgili Gary Oldman pek güzel oynamış Gordon'ı.
Christian Bale, çok karizmatiksin söyleyeyim. O konuşman da pek ilginç, sanki ağzında çakıl taşları varmış gibi kapalı kapalı. Oscar'ı aldığın The Fighter'ı da izleme listeme ekledim.
Son olarak, filmdeki oyuncuların yarısı Inception'da da oynuyordu. Gözlerim Leonardo'yu da aramadı değil :P
Ne kadar uzun bir yazı oldu. Zaten üç günde ancak yazdım. Bitirdiğime göre, şimdi gidip kardeşimle Batman Begins'i izleyebilirim.


4 Ağustos 2012 Cumartesi

Catching Fire, Mockingjay

Eve geldiğimden beri acınası seviyelerde az kitap okudum ve bundan çok utanıyorum.
Toplamda üç kitap okudum sanırım. Bunlardan ikisi de Ateşi Yakalamak ve Alaycı Kuş. Orijinal adlarını doğru yazıp yazmadığımdan emin değilim bu arada.
Ben anlamadım bu kitap serisinin neden bu kadar popüler olduğunu. Babam bile okumuş, benden filmini indirmemi istedi.
Kitaplar gittikçe kötüleşiyor bence. En iyisi ilk kitaptı(ki onu da çok beğenmedim).
İkinci kitapta kahramanımız Katniss çeyrek asır oyunları için bir kez daha arenaya gidiyor. Bu sefer oyun tamamlanmadan çıkıyor ama. Çünkü isyan başlamış. Geçmiş isyanda yok olduğu düşünülen 13. mıntıka aslında varlığını yer altında sürdürmekteymiş. Onun öncülüğünde bir isyan var, ama kitabı okuyanın olaylardan haberi yok! Kitabın neredeyse ilk 2/3'ü Katniss'in evinde geçirdiği sıkıcı zamanı anlatıyor. Kalan 1/3'lük kısımda da oyunlara katılıyor.
Tüm üçüncü kitap boyunca Katniss'in 13. Mıntıka'da bir oraya bir buraya dolaşmasını okuyoruz. Gidiyor iki çekim yapıyor, geliyor Gale ile yakınlaşıyor, televizyondan gelişmeleri izliyor, bu durum böylece sürüp gidiyor.
Bir de isyan isyan tamam ama, yine aynı şey. Başta yine zalim bir lider. İşler nasıl düzelecek, ne olacak açıklayıcı bir anlatım yok. Eee neymiş, Katniss ve çocukları yine ormanda dolaşırmış, Katniss ile Peeta evlenmişmiş. Zaten Katniss içimi baydı içimi! Yok bir onla öpüş bir onla koklaş, bir de ki Gale olmadan yaşayamam Peeta ah Peeta. Alacakaranlıktaki Bella yaratığı kadar sinir bozucu değildi ama yine de içim bayıldı son sayfaya kadar olan kararsızlıktan.
Kitaplar beni sıktı, kısacası.
Tembelliğin dibine vurmuş durumdayım. Bir postu kaç haftadır yazamadığım için kendime aferin demek istiyorum.

22 Temmuz 2012 Pazar

X-Men: First Class

Akşam evde film izleyelim dedik, oturduk ailecek X-Men'i izledik.
X-Men serisini filmleri kadarıyla biliyorum. Bundan önce çekilen ve Wolverine'in başlangıç hikayesini anlatan filmineyse hasta olmuştum(gerçi hasta olduğum Hugh Jackman da olabilir :p).
Bu filmi de beğendim. Daha sakin ilerliyor fakat içi daha dolu.
Kahramanlar iyi seçilmiş, oyunculuklar iyiydi. Hikayeyi pek sevmedim yalnız. Oh Amerika canım Amerika, senden daha iyi bi ülke vardır diyen yalan söyler Amerika.. Umut Sarıkaya tipi takıldım, ama filmde durum buydu. Amerika iyi Amerika cici, kalanlar tü kaka. Amerika Türkiye'ye füze yerleştirirken sorun yok, Rusya Küba'ya füze götürüyor diye 3. Dünya Savaşı çıkacak ama.
Baş karakterimiz Charles Xavier çok iyi bir karakter, ama kayıtsız şartsız Amerika taraftarı olması değerini bir parça düşürdü bence.
Onu oynayan James McAvoy'a hayran kaldım. Wanted filminde de kendisini pek beğenmiştim. İngiliz'miş, ama her iki filmini de dublajlı izlediğimden o güzel aksanını henüz duyamadım.
Bundan sonra da hatırlama amaçlı diğer X-Men filmlerini izleyeceğim. Nasılsa sınırsız vaktim ve yapacak bir işim yok.

17 Temmuz 2012 Salı

Ice Age 4

Bu blogu her yaptığımı yazmak amacıyla açmıştım. Yaklaşık bir buçuk aydır bunu yapmıyorum ama. Üşengeçlik işte. Yaz tatili gelince bana bir haller oluyor, kolumu bile kaldırmaya üşenir hale geliyorum. Sene içinde daha çok kitap okuyor, daha çok şey araştırıyorum. Buna bir dur demeliyim.
Bugün kardeşim, iki kuzenim ve halamla Buz Devri'ne gittik. Ben üçüncüsünü izlemiştim, kısa zamanda bir ve ikiyi de izlemeyi planlıyorum.
Filme bayıldım! Bir kere görsel açıdan çok doyurucuydu. Gerek kıtaların ayrılması, gerek denizde geçirilen anlar bana müthiş geldi. Biz üç boyutlu izlemedik, ama film tam üç boyutlu izlemelikti.  Adamlar o amaçla yapmışlar.
Adamım sincap, yine film boyunca durmadı bir türlü. Önce kıtaları ayırdı bir güzel, filmin sonunda da Sincaplantis'i batırdı. Yine de kavuşamadı palamutuna. Açgözlü sincap seni.
Galiba her film kahramanlarımızdan biri kendine eş buluyor. Bu filmde de sivri diş kaplan buldu. Mamutlar çok tatlıydı, genç ergen Şeftali bir Amerikan filmi klasiği olarak babasına önce isyan edip sonra onun kıymetini anladı. Sid yine çok tatlıydı-ki kendisi favori karakterim-, büyükannesi ve Kıymetlim de iyiydi.
Filmi sevdiren belki de en önemli şey, seslendirmenin iyi olmasıydı. Normalde filmleri altyazılı izlemeyi severim, ama animasyonlarda durum farklı. Seslendirmeleri çok iyi yapıyor bizim Türkler.
Sonuç olarak gidilesi görülesi bir film.

21 Haziran 2012 Perşembe

Papazın Bağı, Dark Shadows

Bugün çok hoş bir yer olan Papazın Bağı'na kahvaltıya gittik. Yeşillikler içinde çok şirin ve bir o kadar da büyük bir yer. Sınavımız bittiği için güle eğlene yedik içtik. Duyup götüren ben olduğumdan övgüleri de topladım :)
Okula gittik, pek de önemli olmayan seçmeli sınavına girdik çıktık. Saat üç oldu bunlar olana kadar. Başka bir arkadaşımla 6.30'da buluşacaktık, o saate kadar gittim yurt ücretini yatırdım, kendime ciciler aldım, ojeler aldım(yeterince yokmuş gibi :p).
Arkadaşımla buluştuk, beraber yemek yedik, sinemaya Dark Shadows'a girdik.
Tim Burton'u çok severim. Favori filmim de Sweeney Todd. Bu filme de büyük beklentilerle gittim. Ve fakat umduğumu bulamadım.
Sanırım Tim Burton artık filmlerine eskisi kadar özenmiyor. Her zamanki gibi uzun açıklamalara girmeye üşeniyorum, ama şunu söylemeden geçemeyeceğim: Artık kartlaşmaya başlamış ve beyaz pudra çuvalına batırılmış Johnny'e filmdeki tüm kadınların hasta olması bence filmin en mantıksız tarafıydı.
Büyülüfener'den sonra Mado'dan dondurma alıp Kolej'e kadar yürüdük, mis gibi haziran akşamının tadını da çıkardık.

27 Mayıs 2012 Pazar

Gittim Gördüm Sevdim Mi Sevmedim Mi Bilemedim

Hiç istemiyorum yazmayı ama, bir kere dedim yaptıklarımı yazacağım diye.
Çarşambayı perşembeye bağlayan gece saat 00.00 arabası ile İstanbul'a yola koyulduk. Otobüsün 3/4'ünü bizim okul oluşturuyordu. İstanbul Üniversitesi'nin kongresine gittik.
Aslına gidecek durumum yoktu, malum ders durumum. Ama bunun parasını taa şubatta yatırdık, geri alma imkanı da yoktu. Aslında çok önceden ödediğim için yakmaya karar verdim önce, ama sonra gideyim yea bi kongre görmedim demem diye düşündüm.
Çapa Fındıkzade'de. Ayarladıkları otel de okula yürüyerek 10 dakika idi. Sabah otobüs firmasının servisi ile otele vardık, bize öğleye kadar odalara giremeyeceğimizi söylediler. Bir odada giyindik(malum gece yolculuğundan çıktık), kahvaltı da veremeyecekleri için oralarda bir yerde kahvaltı yapalım dedik. Karafırın adlı, hem fahiş fiyatlı hem de servisi kötü bir yere oturduk. Hem de iki dükkan üstte mis gibi Simit Sarayı varken. Peki biz neden oraya gittik? Aramızda "hep benim dediğim olsun insanı" var diye. Kendi de beğenmedi sonra ama bu kendisini geri kalan zamanda benim dediğim olsun demekten alıkoymadı hiç.
Daha sonra kongrenin olduğu yere gittik, kaydımızı olduk, salona geçip dinlemeye başladık.  
Sonra sıkıldık tabi, çünkü konuşmacıların İngilizcelerini hiç anlamadık. İkinci oturumdan sonra kaçtık İstiklal'e gittik. Birkaç saat geçirdikten sonra otele dönüp akşamki gala yemeği için hazırlandık. Yemek Baltalimanı Polisevi'nde idi. 
Yemekte malesef ki çok malesef içki içtim. Çok hızlı içtiğim için de sarhoş oldum. Ve bunu sırf sıkılacağımı düşündüğüm için yaptım. Bravo bana. Neyse ki otele döndük de uyudum hemen.
Ertesi gün ilk uyandığımda çok kısa bir süre mutlu hissettim kendimi. Fakat sonra önceki günkü halim geldi aklıma ve inanılmaz utandım. Yataktan çıkmak istemedim. Ama böyle bir şey olamazdı tabi ki.
İkinci gün de kongre programına katılmamaya karar verdiğimizden önce kahvaltıya gittik. Beşiktaş'ta deniz otobüsünün hemen yanında bir yer vardı, gittik oturduk oraya; ama tabi benim dediğim olsun insanı yine durunamadı, burada kahvaltı tabağı yok, kalkalım diye tutturdu. Bir gün simit peynir yenemezdi çünkü. 
Bu yazıyı yazmam gereken vakitten çok daha sonra yazdım. Ve yazarken fark ettim ki gezim o insana sinir olmakla geçmiş. Daha fazla onunla ilgili yazmayayım bari. 
Günün geri kalanında Beyoğlu'nda vakit geçirdik, çok güzel İtalyan dondurması yedik, Galata'ya çıktık. Kendime gezinin ufak bir hatırası olarak bir çift küpe aldım. Akşamında da tekneyle açıldık, yemeğimizi yedik, kongreciler olarak boğazda bir güzel oynadık(gerçi şarkılar feciydi ama eğlenmeye azmetmiş bir insan kalabalığı vardı). Bir tanecik resim koyayım bari diyerek, teknede çekilmiş bir fotoğrafımı koyuyorum. Malumunuz İstanbul'a gidip köprülü fotoğraf çektirmeden döneni dövüyorlar.

Tur bitince koştur koştur otele gittik, üzerimizi değiştirip otobüse yetiştik. Kongreden bir gün erken döndük; çünkü Gelişim Sınavı adlı, sene sonuna bonus puan getiren çok önemli bir sınavımız vardı.
Sınavı baştan savma yaptım, sonra da yurda gelip uyudum.
Bu iş de böylece bitti.   



3 Mayıs 2012 Perşembe

Antigone

Nisan ayını yedik, geldik mayısa. Ankara'nın kavurucu sıcakları geldi, biz öğrenciler de iki kat terlemeye başladık.
Bugün bu sezonluk son tiyatroma gittim. Aslında gitmeyecektim ama baktım İstanbul'dan turneye gelmiş, fırsatı kaçırmayayım dedim.
Oyun çok eski, bir uyarlama. İki kardeş taht için savaşırken ölürler. Biri törenle gömülürken diğeri zalim kral Kreon tarafından bundan mahrum bırakılır. Kardeşleri Antigone ise kardeşinin her ölü gibi gömülmesi için elinden geleni yapar. Ama işte kral zalim. Antigone cezalandırılır, vs vs. Konuyu daha fazla yazmaya üşeniyorum.
Dekor ve kostümler çok kötüydü. Alta giyilen kot pantolonlar, oyunun sonlarına doğru çıkan takım elbiseliler.. Hiç anlamadım o takım elbiselilerin amacını zaten. Onun dışında, oyunda televizyondan gözümüze çarpan insanlar vardı. Atilla Olgaç'ı da canlı görmüş olduk. Ayrıca Barış Bağcı da çok yakışıklıymış :) Kendisi abartılı abartılı oynasa da sahnede olsun yeter :)

29 Nisan 2012 Pazar

Gizli Anların Yolcusu

Bugünden itibaren ders çalışmam gerektiği için öğleye doğru Milli Kütüphane'ye yollandım. Bizim oradan Bahçeli dolmuşları var, o yüzden rahatça gidebiliyorum. Giderken tezgaha açılmış kitapları gördüm ve dayanamadım aldım bir tane. Biliyorum kötü bir şey, ama tüm kitapları orijinal alamıyorum malesef.
Milli'ye gittim, birkaç saat çalıştım. Sonra uykum geldi, kitabı okumaya başladım. Ve başlamamla bitirmem bir oldu.
Ayşe Kulin'in Adı:Aylin, Veda ve Umut kitaplarını okudum. Anlatımını seviyorum. Akıcı yazıyor kitaplarını. Bu kitabı da akıcı gidiyor. Sonrası spoilerdır.
Kitabın baş karakteri İlhami bundan üç sene önce çocuklarından birini kaybetmiş bir yayınevi sahibi. Maddi durumu iyi, karısı da uzun tedavilerin ardından yeni yeni kendine gelmekte. Ve fakat uzun yıllardır süregelen bunalımlar neticesinde birbirlerinden uzaklaşmışlar. İlhami de sarhoş olduğu bir gün ortağı Handan'la yatıyor. Böylece bir hatalar zinciri başlamış oluyor. Handan'ı sevmiyor aslında, zaten kısa sürede bitiyor bu seks arkadaşlığı. Esas olay yayınevinde çalışan Bora ile başlıyor. Bora yayınevinin sessiz sakin, kendi halinde, çalışkan grafikeri. Bir gün İlhami Bora ile bir iş seyahatine çıkıyor ve olanlar oluyor. Bu ikili aşk yaşamaya başlıyor. Bence kitapta buradan sonrası tepetaklak gidiyor.
Kadınları seven, gayet de heteroseksüel olan İlhami'nin bir gecede böyle değişim geçirmesi bence olmamış. Adım adım gidilse, yavaş yavaş verilse tamam ama bir anda, bir gecede sadece bir öpüşle her şeyin gelişmesi; hele ki İlhami'nin ısrarla daha önce hiç böyle bir deneyim ve haz yaşamadığını ısrarla dile getirmesi hiç gerçekçi değil. Zaten Bora da çok saçma biri gibi yansıtılmış. Doğu'da bir ilde yaşayan, küçükken tarikatte tecavüze uğrayan Bora(esasen Bedri), askerden sonra kendine sahte kimlik yapıyor ve evden kaçıyor.
Ve Bora kitapta paragöz ve açgözlü, İlhami'yi sürekli sömürüyor. İlhami ona sürekli hediyeler alıyor, bildiğin metres yani. Bence bu hoş değil. Bora'nın gay oluş şekli de. Bilmiyorum, bir homofobiklik var sanki.
Arada yapılan siyasi eleştiriler hoştu tabi.
Neyse, kitabı bir çırpıda okudum ama o kadar beğenmedim. Tabi ki bu, Ayşe Kulin'in diğer kitaplarını okuma isteğimi söndürmedi.
Bu arada HOT bittikten sonra boşluğa düştüm, kafam hep dağınık. Haftasonu ders açısından pek verimli geçmedi, huzursuzum.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Gösteri ve Gösteri Yemeği

Sene boyunca yapılan çalışmaların neticesinde dün akşam nihayet gösterimiz vardı.
Önceki bir hafta boyunca genel çalışmalarda süründük. Okul olmayınca 10'dan 6'ya, okul olunca 5'ten 11-12'lere kadar çalıştık.
Gösteri günü 4 saat öncesinden kulislere doluştuk. Kıyafetlerimizi giydik, makyajımız yapıldı(bir ton makyaj yapılıyor çok kötü).
Bizim ekip dördüncü sıradaydı.
Gösterilerde genelde eğlenilir, hata yapılsa da güzeldir. Ama ben eğlenemedim. Gülmek çok önemli, güldüm ama çok gülemedim. Bilmiyorum neden.. Zaten önceki günden beri bende kötü hisler vardı. Hani tatlı bir heyecan olur ya, bende yoktu. Bendeki tatsız duygulardı.
Tabi ki acayip terledik. Gösteriden önce kuliste beklerken bir sürü fotoğraf çektirdik. Birini koyuyorum. İşte bendeniz Hakkiş Girl(Ekibim Hakkari idi onu söylemeyi unuttum.).
Gösteriden sonra Neva Palas Otel'de gösteri yemeğimiz oldu. Kızlar kuliste koştur koştur hazırlandık. Taksilere doluştuk ve 9 gibi oraya gittik. Bu sene mezun olacak dört kişiye(ki biri bizim ekibin çalıştırıcısı) hediyeleri verildi, pasta kesildi. Yedik içtik oynadık. Ben daha az oynadım, çünkü hem yorgundum hem de topuklular beni mahvetti. Çok az giydiğim için giyince çok kötü oluyorum.
İçimde kötü hisler var neden bilmem. Bittiği için boşluğa mı düştüm, sınava çok az kalıp daha doğru düzgün ders çalışmadığım için strese mi girdim, gösteri kötü geçtiği için mi mutsuzum bilmiyorum. Belki hepsi birden. Belki de  mezunları görünce her şeyin bir bitişi olduğunu fark ettim; her okul, her birliktelik, her ömür bir gün bitiyor..
Bunları düşünmeyip ders çalışmam lazım artık..

22 Nisan 2012 Pazar

Dönülmez Akşamın Ufkundayız

Bugün de bir klasik olarak HOT'um vardı. Saat 15.15 gibi bitti, 18.30'da da tiyatroya gidecektim. Aradaki yaklaşık üç saatlik boşlukta önce okulda kalıp ders çalışayım dedim, ama tam oturmuşken heves geldi, Kızılay'a gittim. Önce Otantik'te salata yedim, sonra Ardıç Kafe'ye gidip çay içtim. Orada notumu çıkardım okumak için, ama doğal olarak pek odaklanamadım. Biraz yan masayı dinledim ayıptır söylemesi :)
Oda tiyatrosuna ikinci gidişim bu. İlkinde de Krem Karamel'e gitmiştik. O oyunu çok beğenmiştim bu arada.
Oyunda iki kardeş bir araya gelip anılarından bahsediyorlar. Hayatlarını baştan sonra tekrar yaşıyorlar sanki.
Oyunculuklar o kadar iyi ki, sanki gerçekten iki yaşlı insanı salonda izliyorsun. Erkek oyuncu oynadıkça dedem canlandı gözümde.
Anılar, acılar, evlatlarla araya giren mesafe, gidene duyulan özlem, ölüm korkusu.. Hepsi harmanlanıp koyuluyor önümüze. Oyun boyunca çalan birbirinden güzel plak kaydı Türk Sanat Müziği eserleri de cabası. Bir ara kadın oyuncu Sessiz Gemiler şiirini okudu ki pek şiir sevmeyen ben bile çok etkilendim.


Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatin ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Kısacası bu oyun güzeldi, gidip görülmeli. Bir de sevdikler aranmalı, onlarla ilgilenilmeli; vakit geçip onlar kaybedilmeden.


21 Nisan 2012 Cumartesi

One Day

Bir iki hafta önce One Day'in filmini izledim. Sonra da kitabını aldım okudum. Bu arada okumayan/izlemeyen varsa, bundan sonrası spoilerdır benden söylemesi.
Hikaye o kadar romantik, o kadar romantik ki anlatamam. Üniversite mezuniyetinde(daha doğrusu 15 temmuz) tanışan Emma ve Dexter o geceyi birlikte geçirir-yatmıyorlar ama- ve bundan sonra arkadaş olurlar. Her sene 15 temmuzu anlatıyor kitap/film.
Dexter tahmin edilebileceği üzeri uçarı biri. Emma'ysa ona tabi ki aşık ama işte bir araya gelemiyorlar. Çünkü adam tam bir piç. En sonunda adam düzelip bir araya geldiklerinde ise kısa bir mutluluktan sonra Emma ölüyor.
Temposu biraz ağır, hem kitabın hem filmin. Yine filmiyle çokça örtüşen bir kitapla karşılaştım ve şaşırdım. Ama tabi ben Emma olarak Anne Hathaway'i seçmezdim. Pek İngiliz'e benzetemedim kendisini. Jim Sturgess ise tam bir yakışıklılık abidesi! Onu da etiket yaptım heheh :) Filmlerini izleyeceğim dikkatle :p
Aşırı derecede yakışıklı olmasını bir kenara bırakırsak, Dexter tam bir aptal. Hayatını bile bile mahveden sarhoşun teki. Onu senelerce seven Emma'ya da diyecek sözüm yok.
Uzun bir süre de romantik kitap okumam artık(film izlerim o ayrı).

Fasıl

Bu akşam fasıl yaptık Sakarya Caddesi'ndeki Çıngı'da. Uzun zamandır-1.5 yıl kadar- içmiyordum, bu gece üç duble rakı içtim. Ve bir kez daha anladım ki ben içkinin tadını sevmiyorum, içtikten sonra midemde oluşan mayhoş duyguyu sevmiyorum, o içkilere o kadar para bayılmayı hiç mi hiç sevmiyorum. Şimdiye kadar yeterince içip yeterince sarhoş oldum.
Daha da içmem..İşte kırk yılda bir, çok az içerim ama onun dışında şu anda alkolden uzağım.
Zaten altı kişiydik, dört erkek iki kızdan biz iki kız içtik. O da ayrı komik :)
Dikkat çekici olan şeyse cuma gecesi olmasına rağmen mekanın çok boş oluşuydu. Bir de çalgıcıların masa masa dolaşmasındansa ortada adam gibi çaldığı bir yere gitmek daha iyi sanırım. Çıngı benden düşük puan aldı.
Onun dışında sevdiğim arkadaşlarımlaydım güzeldi, gecenin sürprizi kaldırıma park eden arkadaşın arabasının çekilmesiydi. Türközü'ne gidip otoparkından arabayı aldık, orayı da görmedim demem artık :)

20 Nisan 2012 Cuma

Hayal Kahvesi

Bu sefer bir değişiklik yaptık ve Büyükşehir Belediyesi'nin tiyatrosuna gittik. Tiyatro Gençlik Parkı'nın içinde, bu sebeple Gençlik Parkı'nı da görmüş oldum. Ne yalan söyleyeyim, güzel olmuş. Fakat o güzel çiçeklere, banklara, su gösterilerine bakarken insan "Acaba kim ne rant sağladı bu işlerden?" diye düşünmüyor değil.
Hayal Kahvesi ortaoyunuydu. Oturma düzeni alışılmışın dışındaydı, yuvarlak masalara minicik taburelerle oturduk. Eski zaman kahvehaneleri gibiydi biraz aslında. Zaten amaç da onu canlandırmakmış. Eskiden oyunlar kahve kahve, il il gezerlermiş. Bunu öğrenmek hoş tabi, ama ben pek zevk almadım küçücük taburede iki büklüm oturmaktan. Belim ağrıdı ve bacaklarım uyuştu kısa sürede. Neyse ki oyun kısaydı da çilem çabuk bitti.
Oyunun ilk kısmında tiyatro vardı. Karakterler komikti, kimi zaman seyircilere de laf attılar. Laf atış biçimleri hoş değildi ama. Fiziksel özelliklerini aşağılayıcı laflar etmediler değil. Ha bir de, bir yerde kuş vurdular ve maket kullanmak yerine şu tüyleri yolunmuş tüm tavukları tercih ettiler. Bunlar hoş şeyler değildi.
İkinci kısımda da Hacivat-Karagöz izledik. Ben hayatımda ilk defa izledim ve eğlendim. Tabi uzun olsa insanı sıkar bu da, ama dozunda olunca gerçekten iyi.
Gittim, eğlendim; ama sorsalar bir benzerine gitmek ister misin diye, eeeh yok ben almayayım derim. Bir kere yeter.

19 Nisan 2012 Perşembe

Barış

Bu aralar Tunalı tarafına yolum çok düşer oldu. Bugün yine Akün'deydim. Bir oyunu ilk defa en önden izledim. Yine söylüyorum, Akün'ü çok seviyorum.
Oyuna gelirsek.. Oyuncular oynarken nasıl eğleniyorlar anlatamam. Onların enerjisi izleyiciye de yansıyor tabi. Yer yer belaltı ve ucuz espriler vardı, ama güzel dokundurmalar da yaptılar. Bol bol güldüm. Fakat..
Oyunun bir sonu yoktu sanki. Bir yere varmadılar yani. İlk perdede gök katlarına çıkıp Barış Tanrıçası'nı indirdiler. İlk perdenin sonunda bitse olurmuş. Gerçi ikinci perdede söyledikleri şarkı çok hoştu.
Ama gerçekten, oyunun eksikliği bir yere varamaması ve oyun içerisinde kısa kısa olmasına rağmen doğru düzgün bir mesajının olmamasıydı.
Bir ara oyunda tüm oyuncular, hatta piyanist bile kahkahalara boğuldu. Bu arada, Barış Tanrıçası'yla gelen beyaz paçalı güvercinler çok sevimliydi. Oyunun kalanında hep sahnedelerdi. Hele bir tanesi, ne oyuncuları ne ışıkları umursadı; sahnede tıpış tıpış yürüdü durdu.
Sonuç olarak, gittiğime memnunum.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Hoş Gelişler Ola

Bugün yine okuldaki kulübün getirdiği tiyatroya gittim. Daha doğrusu tiyatro gibi değil de, slayt eşliğinde coşkulu bir şekilde verdiğimiz ulusal mücadeleyi anlattı.
Utku Erişik adını ilk kez duydum ama bundan sonra takip edeceğim kendisini. Çok yönlü biri. Hayat hikayesini okuyunca zaten bir sempati gelişti bende. Aynı liseden mezunmuşuz ikimiz de.
Gösteri öncesi arkadaşım tanıştırdı beni, hocalardan falan bahsettik biraz.
Gösterisi gerçekten hoştu, o günleri yaşayarak aktardı bizlere. Tabi uzundu, ilk yarıdan sonra çıkanlar da oldu.
Daha sonra isteyenlerin kitabını imzaladı, ben de imzalattım tabi ki. En kısa zamanda okumayı planlıyorum.


17 Nisan 2012 Salı

Prof. Dr. Metin Feyzioğlu


Üyesi olduğum kulüp baro başkanıyla söyleşi ayarlamış. Ben de pek fikrim olmayarak gittim. Beklediğim yaşlı başlı biriyken çok genç biriyle karşılaştım. Metin Feyzioğlu sadece 43 yaşında ve yaşından da küçük gösteriyor.
Çok sempatik ve esprili biri aynı zamanda. Ben karışık bir konuşma beklerken, sade bir dille biraz hukuktan, biraz ülke meselelerinden, yargıtaydan, Arap Baharı'ndan bahsetti. Verdiği bilgilerden çok önerileri işe yarar cinstendi: Sadece kendi alanımızla ilgili değil, diğer alanlarda da -örneğin sanatta- kendimizi geliştirelim, mesleğimizi ilgilendirecek kadar da olsa hukuk bilelim, okuyalım, ülkede neler oluyor takip edelim vesaire.
Alıntıladığı şu söz ise hoşuma gitti: "Her insan siyasetle ilgilenmelidir. Siyasetle ilgilenmiyorum diyen insanla gün gelir siyaset ilgilenir." Tabi siyaset demek illa ki milletvekili olmak demek değil.
Evet, gerçekten de öyle. Ülkemize uzak kalmamalıyız. Bu konunun üzerine eğilmeye karar verdim.
Söyleşiden sonra yine HOT vardı, oyna oyna öldüm yine. Bitse de gitsem diyorum. Şafak 1,5 hafta.


16 Nisan 2012 Pazartesi

Güzel Bir Pazar Günü

Bugün Kuğulu Park'taydık. Çankaya Belediyesi'nin Dünya Sanat Günü kapsamında programı vardı, onu izlemeye gittik.
Sabah önce okula gittik arkadaşlarımdan biriyle, bir iki saat çalışıp Kızılay'a yürüdük. Bir dersanenin promosyon olarak verdiği üç ağır kitabi yüklenip Kuğulu'ya kadar yürümeye çalıştık. En son dayanamayınca bir durak için otobüse bindik.
Gittik, diğer iki arkadaşla da buluşup kurulan sahneyi gören bir banka kurulduk. Bu arada yanımızda azıklarımız vardı. Börek ve simiti meyve suyu eşliğinde afiyetle yedik. Bu arada Masala adlı grup çalmaya başladı. Masala, sokak müziği yapan bir grupmuş. Aynı zamanda bazı mekanlarda da çıkıyorlarmış. Müziklerini çok sevdim, tekrar dinlemek isterim.
İşte onlar.
Sonra pandomim gösterisi oldu. Güzeldi, ama uzun sürse sıkılırdım sanırım.
Arkadaşım geçen perşembe gösterisine gitmişti, o söyledi önceden bazı yapacağı şeyleri :)
Sonra bir yağmur bastırdı, herkes kaçıştı. Biz de kaçıştık tabi. Koşar adımlarla Karum'a kaçtık. Ama hayal kırıklığına uğradık, çünkü yemek yenecek ortak alan yoktu. Kafeler vardı, onlar da bizim işimize gelmedi ve başka bir yere oturmak üzere çıktık.

Gitmişken orada da fotoğraf çektirdim tabi. Bulmuşum fırsatını, gün boyu çektirdim valla :)
Karum'dan çıktık bir baktık ki, yağmur dinmiş. Parka geri döndük, gözümüze kestirdiğimiz bir banka poşetlerimizi serip bu sefer önce kek sonra çekirdek yedik. Erzağımız tamdı yani bugün :) Kuş besledik bir de bol bol. Ben zaten hayvan beslemeyi çok severim. Serçeleri besledik besledik, bir tane de değişik bir kuş geldi. Siyah mor yeşil bir kuş, attığım simit parçalarını havada yakalayıp yiyordu sevimli şey :) Aşağıdaki de bahsi geçen sevimli kuş.
Biraz daha oturduk, bu arada bir ara hava güneşliyken yağmur yağmaya başladı. Öyle olunca cennette düğün oluyor derlermiş. Son bir fotoğraf da güneşli Kuğulu Park.

Sonunda da yine Kızılay'a kadar yürüyüp dağıldık. Sinemaya gidecektik gerçi ama uygun seans bulamadık. Böylece güzel bir gün geçirmiş olduk.

15 Nisan 2012 Pazar

Cumartesi Çıkması

Bugün uzun ve yorucu bir HOT çalışmasından sonra ekipçek Bahçeli Friends'e gittik. Çalıştırıcımızın doğum gününü kutladık. Değişik insanlarla değişiklik yaptım. Hem uzun zamandır gece dışarı çıkmıyordum, biraz canlı müzik dinleyip oynamış oldum. Tabi sonrasında ölü gibi uyumuşum :)

14 Nisan 2012 Cumartesi

Yastık Adam

Akün Sahnesi'ni çok seviyorum. Hem yer, hem de yapı olarak çok iyi. Bugün ben biraz erken varmışım oraya. Baktım vaktim var, Kuğulu Park'ta oturdum biraz. Çankaya Belediyesi'nin Dünya Sanat Günü kapsamında etkinlikleri var. Ben de bugünkü perküsyon konserini ucundan kıyısından dinledim.
Yastık Adam'a gelince.. İzlediğim en iyi oyundu diyebilirim. Ben ne kadar bilirim orası ayrı ama, gerçekten çok güzel bir oyundu. Öyküler müthişti. Birbirlerini ve oyunu tamamladılar. Karakterler müthişti. Dekor, ışıklandırma müthişti. En önemlisi oyunun kendisi, senaryosu müthişti.
Dört oyuncunun dördü de mükemmel oynadı. 
İnsanı bolca düşünmeye sevk eden, müthiş bir oyundu. Öyküleri başka bir yazıda yazacağım tekrar. Pek ayrıntı vermediğimin farkındayım.
Oyundan sonra da Kızılay El Paso'da oturduk, arkadaşımızın doğum gününü kutladık ve dolu dolu bir gün daha geçmiş oldu.


13 Nisan 2012 Cuma

The Hunger Games

Açlık Oyunları üçlemesinin ilk kitabını yarıyıl tatilinde okudum. Bir gecede bitirdim ama ikinci kitap sarmadı pek, bıraktım ben de. Pek yaptığım bir şey değil aslında yarım bırakmak serileri. Artık kalanını yaza okurum.
Kitap günümüz dünyasının çok çok abartılmış halinde geçiyor. Kapitalist düzen, kaynakları için ezilen sefalet içindeki mıntıkalar, onların bağımsızlık isyanları ve baştaki Capital(ya da Capitol, emin olamadım şimdi)... Her sene yapılan açlık oyunları. 12 mıntıkanın her birinden biri kız biri erkek iki kişinin seçilip oyun kurucularca düzenlenen alanda ölümüne savaşması. Kazanana sayısız ödüller ve mıntıkasına o yıl boyunca fazladan yiyecek. Kitapta oyunlara o sene kahramanımız gider, sonra olaylar gelişir.
Çok çok abartı olduğunu tekrarlamak istiyorum. Yine de kendini okutuyor. Kahramanımız Katniss'i sevdim. Fakat yine bir aşk üçlemesi olacak sanırım, işte bunu sevmedim. Okuyup göreceğim.
Bu sene sinemaya çok az gittim. Açlık Oyunları sanırım ikinci gidişimdi. Saati uyuyor diye Kentpark'ta izledik ve Kentpark'ın sinemasına ambargo koymaya bir kez daha karar verdim. Perdesi küçücük, ayrıca Gnctrkcll indirimi de yokmuş. Oysa ki biz indirimli girelim diye en iyi arkadaşımla nasıl zor ayarladık kendimizi. Bir daha da zorunlu kalmadıkça gitmem.
Filme gelirsek, şimdiye kadar gördüğüm kitabına en sadık filmdi. Gerçi Peeta'yı daha yakışıklı seçseler itiraz olmazdı herhalde :) Ama ilginç bir şekilde kısa geldi bana. Yani iki saat sürdü ama bu tarz filmler üçten aşağı sürmezdi. Biraz daha uzun olabilirmiş. Onun dışında Capitol halkını gösteriş şekillerine bayıldım. Katniss'i oynayan kızı beğendim, Gale'i tek geçiyorum, genel olarak güzel bir filmdi.
Uzun ve yorucu bir HOT çalışmasından sonra koltuklara gömülüp film izlemek iyi geldi. Sinemayı da özlemişim, onu fark ettim. Şimdi de şöyle güzel fantastik ya da macera filmine dev gibi bir perdede gidesim var.

12 Nisan 2012 Perşembe

Sersem Kocanın Kurnaz Karısı


Bugün Küçük Tiyatro'daydık. Küçük Tiyatro'ya en son geçen sene Soğuk Bir Berlin Gecesi'ni izlemek için gitmiştik. Yapı olarak Devlet Opera ve Balesi'nin binasıyla çok benziyor burası. Muhtemelen aynı zamanlarda, aynı kişilerce yapılmışlardır. Ve ya biz çok önlerdeydik, ya akustik çok iyiydi, ya da oyuncular gırtlaklarını patlattılar. Ses çok iyi duyuluyordu.
Oyuna gelince.. Güzeldi. Güldük bol bol. Gerçi yorumlara baktım, pek beğenilmemiş. Ben her şeyi beğeniyorum sanırım.
Oyunun hikayesini yazmıyorum buraya, ama şunu söylemeliyim ki en çok yukarıdaki resimdeki erkek oyuncu güldürdü beni. Oyun gereği Ermeni aksanı vardı bazı oyuncularda, oyunun başlarında odaklanıp anlamakta zorlandım biraz. Yine cımbızla çekebildiğim bazı sözleri yazayım: "Aşkın zevki bir ay sürer, çilesiyse bir ömür boyu" "Gülmesini bilmeyen düşünmesini de bilemez." "Para denilen bok bu vilayette yok." Sözler oyunun içinde değerlendirilmeli, çünkü orada anlam buluyorlar ama tek başlarına anlamları da hayat dersi verebilir nitelikte olabilir.
Başka ne diyeyim bilmiyorum, şu an biraz yorgunum.
Yorgunum ve tiyatroyu seviyorum.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Salvador Dali

Çılgın dahi Salvador Dali!
Bugün Cermodern'e sergisine gittik. Cermodern güzel bir yermiş, bundan sonra programlarını takip edip sergilerine gitmeyi planlıyorum.
Dali sergisinde asıl eserler değil, baskılar vardı. Ama bana dense bunlar esas resimler, hiç yadırgamam. Sergide Gala'yla Akşam Yemeği ve İlahi Komedya eserleri vardı.

Resimden anladığımı söyleyemem, bana Atreg sunumunda anlatıldığı kadarını biliyorum(sağolsun Nezaket). Yine de az bilgimle zevk almayı başardım resimlerden. Bazı resimleri duvara kocaman kocaman koymuşlar. Eh, biz de geçtik resim çektik önünde. Gerçi resim çekmek yasakmış, ama herkes çektiğinden ben yasak olduğunu anlayamadım.
İlk resimdeki İlahi Komedya'nın cennet kısmından, melek zannımca. Ayrıntısını tam bilmiyorum, çünkü okumadım. Yazdım kenara, İlahi Komedya'yı okuyacağım.
İkinci resimde de cehennem kısmından, üç başlı köpek. Cehennemin dokuz katı varmış, bu köpek de o katlardan birindeydi ama hangisi olduğunu unuttum.
Sergiden çıkınca oradaki dükkana girdik, fiyatları görünce gözlerimiz pörtleyerek çıktık.
Bu da gittiğim ilk sergi olarak kayıtlara geçsin.